Post by Lachesis Blanchett on Aug 23, 2011 18:28:48 GMT 3
“Bu bir işe yaramıyor onu öldüreceksin.”
“Ne yapacağımı sana sormayacağım!”
“Kadın ölü hiçbir işimize yaramaz. Anlamıyor musun?”
Gözleri yanıyordu. Tıpkı burnu, boğazı gibi… Göğüs kafesi son yarım dakikadır akıl almaz bir biçimde büyümüş gibiydi. Her nefes zerresinde ciğerlerinin bir nebze daha ölüme yaklaştığını hissedebiliyordu. Algıları yavaşlamıştı. Artık nefes almaya çalışmaması gerektiğini bile düşünemiyordu. Suyun vücuduyla verdiği amansız mücadelede mağlubiyetinin ağırlığıyla omuzları biraz daha düştü. Her şey onun yaşamıyla birlikte yavaşlamıştı sanki. Başının ardında hissettiği baskı yok olmuştu artık. Duyumsadığı tek şey saç diplerindeki ince sızı ve ciğerlerindeki savaştı. Birden kuvvetle yukarı çekildiğini hissetti. Kim bilir kaç saç teli adamın avuçlarında kalmıştı. Başı sudan çıktığında soluduğu havayla ciğerleri yandı. Neyse ki yuttuğu suyun bir kısmını tükürebilmişti. Göğüs kafesi delicesine inip kalkıyor bulabildiği tüm oksijen zerresini içine çekmeye çalışıyordu. Olayın aniliğiyle öksürmeye başladı. Kanında dolaşan bütün nefreti akıtmak istercesine, yine de bütün acizliğiyle gözyaşları boşaldı buğulu gözlerinden. O kimselere boyun eğmeyen muhteşem gururu intihar etmemiş miydi az önce?
“Olwen nerede diyorum sana!”
Nefes almaktan bildiğini inkâr etmeye bile vakit bulamıyordu. Başını iki yana sallamaya çalıştı hafifçe. Adamın daha da sinirini bozmuş olacak kendini tekrar suyun içinde buldu. Su bulanıktı. İçinde saç telleri sanki tüm olanlara inat ahenkle dans ediyor gibiydi. Nefesini olabildiğince tutmaya çalışıyordu ama sarsıldığından bu neredeyse imkânsızdı. Boynunda duran el gevşemeye başlamıştı. Bu kez suyun içinde çok tutulmadan yukarı çekildi. Sesler gittikçe artıyordu. Lachesis’in, odada olduğunu bile yeni fark ettiği diğer adam da sinirlenmeye başlamıştı.
“Kime hizmet ediyorsun Blanchett?!”
Yutkundu. Göğüs kafesi hala bir düzene girmemişti. Elleri morarmış, vücudu buz kesmişti. Neredeyse ölüyordu, bunu inkâr edemezdi. O rehavet duygusunu hissettiği anda anladığı tek şey buydu.
“Konuşsana!”
“Her bankacı gibi… Devlete.”
Yüzüne yediği darbenin şiddetini kestirmek imkânsızdı. Tek hissettiği acının devasa boyutlara ulaştığıydı. Dudakları zonkluyor, şakaklarından koyu kıvamlı bir sıvı ağır ağır akıyordu. Olwen’ın intihara müsait ruhunu düşündü. Onu öldürmeleri, üstüne üstlük buna bir de intihar süsü vermeleri kolay olmuştu. Histerik bir kahkaha patlayıverdi dudaklarında. Bedeni titriyor, ölümün verdiği zevkle sesi daha da yükseliyordu.
“Olwen… Haha! Erkek kardeşin değil mi? Nasıldı? İntiharı fazla gerçekçiydi değil mi? Belki de kollarını açmış ona doğru giden bir kadından hiç şüphelenmemiştir.”
Odadaki diğer adam mani olmasa belki de o an yaşamını yitirecekti. Ürkek bir hayvan gibi kollarını birleştirip kafasını iyice gömdü gövdesine. Bir gözü hala kendisine küfürler yağdıran adamdaydı. Debelenip duruyordu. Onu kışkırttığında büründüğü hayvani ruh bir an olsun korkutmuştu Lachesis’i. Başını kaldırıp belki buradaki cellâdı olacak adamın gözlerine bir bakış attı. Her şey vardı o gözlerde. Acı, hırs, nefret…
“Şimdi bana bak ve aç kollarını Blanchett. İntihar döşeğine gel!”
~
Salon dağınıktı. Yemek masasının üzerinde gazeteler bir top halinde duruyordu. Önemli görünen satırların altı siyah, kalın kalemle defalarca çizilmişti. Aynı masa, içinde birçok insan isminin yer aldığı listelere ev sahipliği yapıyordu. Şamdanın hemen altındaki kâğıtta ise sadece tek bir isim yazıyordu: OPHREN. Harfler büyük ve kalınca yazılmıştı. Küçük bir cinnet sırasında yazıldığı açıkça belliydi. Yer yer boyası dökülmüş duvarlarda gazetelerden kesilmiş kupürler asılıydı. Yerler toz tabakasıyla tamamen örtülmüştü. Rutubet daha içeri girildiği ilk anda hissediliyordu. Yazlık ev, Lachesis’in her şeyden vazgeçmesiyle birlikte kapatılmıştı ve yaklaşık sekiz yıl sonra ilk kez açılıyordu…
Parmak boğumlarına süzülen su yavaşça daha da aşağılara kaymaya devam ediyordu. Gözleri konsolun üzerindeki fotoğraf çerçevelerine dalmıştı. Kendisininkilerin kopyası buz mavi gözler hemen dikkatini çekti. Elindeki plastik bardağı sehpanın üzerine bıraktı ve çerçeveleri konsolun üzerinden alıp çekmecelerden birine tıktı. Resimlere bakmayı çok uzun zaman önce bırakmış olmalıydı. Anne sıfatını hak etmediği gibi, onu özlemeyi de hak etmiyordu. Şu anda görse tanıyamayacağı oğlunun bir fotoğrafa hapsolmuş gülümsemesi yerini donuk bakışlara bırakalı uzun yıllar olmuştu herhalde. En azından artık nefret edilen bir ebeveyn olduğunu biliyordu. Doğrusu, Lachesis ebeveyn kelimesinin zatına yaklaşamayacağından da adı gibi emindi. Bir iki dakika konsola yaslanıp kendine gelmeye çalıştı. Örgüt işine bulaşmadan önce sevebileceğine emin olduğu çocuğu artık görmesi bile imkânsızdı. ‘Nasıl olsa babasıyla güvende.’ Diye düşündü. İnsan ırkından nefret eden ve onları parçalarına ayırmaya yemin etmiş bir annenin çocuğu olmanın ne demek olduğunu iyi ki öğretmemişti ona. Derisinde bir yerler karıncalanıyordu. Yarıları kırılmış tırnaklarını kolunun üzerinde haşince gezdirdi. Sol elinin işaret parmağındaki yüzüğün, parmağına dolanan akrep kuyruğu tenini gıdıklıyordu. Kendi kendine karanlığa gömülecek bir kahkaha koyuverdi. Geldiği yerden geri dolanarak en başta oturduğu koltuğa çöktü. Hala nefes almakta bir miktar güçlük çekiyordu. Jezebeth’e herkesi toplamasını ve acilen buluşulmasını kibarca emreden bir mektup postalamıştı. Gerçi şu an ne kadar kibar olabilirdi bilmiyordu. Yerde emin adımlarla yürüyen ve yakında emellerine ulaşacak olan böceğin üzerine bulduğu ilk nesneyi geçirdi. Eğreti bir gülümseme yerleşti yüzüne. Ölüm fikri onu fazlasıyla cezp ediyordu. Ayağının ucuyla ittirdi ölü böceği. Göz ucuyla kadranı hareket etmeyen saate baktı. Daha gelmelerine ne kadar vardı? Burayı kapatmalarıyla birlikte zaman da durmuştu sanki. Oturduğu yerden kalkıp aynaya doğru ilerledi. Yüzündeki morluklar ve dudağındaki patlak pek önemli olmayabilirdi ama boğazı kötü görünüyordu. Gömleğinin yakalarını iyice yükseltti. Askıda bulduğu, eprimiş fuları boynuna dolamayı göze alamazdı. Hafifçe öksürdü. En azından karanlıkta detayların görülmeyecek olması onu rahatlatıyordu. Gerçi ne önemi vardı ki?
Kapının sürgüsünün açıldığını fark ettiği anda sırtını dikleştirip kulak kesildi. Kapı kapandı ve ayak sesleri hızlandı. Rüzgâr kış mevsimi için fazla narin olsa da, sesi ayak seslerine karışıyordu. Yine de gelenin kim olduğunu tahmin edebiliyordu Lachesis. Terk edilmiş tımarhanede geçirdiği bir hafta onu yalnızca dinlemeye ve fiziksel şiddete alıştırmıştı. Hafifçe yutkundu ve yavaşça geri döndü. Kız kardeşini epeydir görmüyordu…
Gülümsemeye çalıştı. Yine de sesi kırçıllıydı.
“Hoş geldin, Jezebeth…”
“Ne yapacağımı sana sormayacağım!”
“Kadın ölü hiçbir işimize yaramaz. Anlamıyor musun?”
Gözleri yanıyordu. Tıpkı burnu, boğazı gibi… Göğüs kafesi son yarım dakikadır akıl almaz bir biçimde büyümüş gibiydi. Her nefes zerresinde ciğerlerinin bir nebze daha ölüme yaklaştığını hissedebiliyordu. Algıları yavaşlamıştı. Artık nefes almaya çalışmaması gerektiğini bile düşünemiyordu. Suyun vücuduyla verdiği amansız mücadelede mağlubiyetinin ağırlığıyla omuzları biraz daha düştü. Her şey onun yaşamıyla birlikte yavaşlamıştı sanki. Başının ardında hissettiği baskı yok olmuştu artık. Duyumsadığı tek şey saç diplerindeki ince sızı ve ciğerlerindeki savaştı. Birden kuvvetle yukarı çekildiğini hissetti. Kim bilir kaç saç teli adamın avuçlarında kalmıştı. Başı sudan çıktığında soluduğu havayla ciğerleri yandı. Neyse ki yuttuğu suyun bir kısmını tükürebilmişti. Göğüs kafesi delicesine inip kalkıyor bulabildiği tüm oksijen zerresini içine çekmeye çalışıyordu. Olayın aniliğiyle öksürmeye başladı. Kanında dolaşan bütün nefreti akıtmak istercesine, yine de bütün acizliğiyle gözyaşları boşaldı buğulu gözlerinden. O kimselere boyun eğmeyen muhteşem gururu intihar etmemiş miydi az önce?
“Olwen nerede diyorum sana!”
Nefes almaktan bildiğini inkâr etmeye bile vakit bulamıyordu. Başını iki yana sallamaya çalıştı hafifçe. Adamın daha da sinirini bozmuş olacak kendini tekrar suyun içinde buldu. Su bulanıktı. İçinde saç telleri sanki tüm olanlara inat ahenkle dans ediyor gibiydi. Nefesini olabildiğince tutmaya çalışıyordu ama sarsıldığından bu neredeyse imkânsızdı. Boynunda duran el gevşemeye başlamıştı. Bu kez suyun içinde çok tutulmadan yukarı çekildi. Sesler gittikçe artıyordu. Lachesis’in, odada olduğunu bile yeni fark ettiği diğer adam da sinirlenmeye başlamıştı.
“Kime hizmet ediyorsun Blanchett?!”
Yutkundu. Göğüs kafesi hala bir düzene girmemişti. Elleri morarmış, vücudu buz kesmişti. Neredeyse ölüyordu, bunu inkâr edemezdi. O rehavet duygusunu hissettiği anda anladığı tek şey buydu.
“Konuşsana!”
“Her bankacı gibi… Devlete.”
Yüzüne yediği darbenin şiddetini kestirmek imkânsızdı. Tek hissettiği acının devasa boyutlara ulaştığıydı. Dudakları zonkluyor, şakaklarından koyu kıvamlı bir sıvı ağır ağır akıyordu. Olwen’ın intihara müsait ruhunu düşündü. Onu öldürmeleri, üstüne üstlük buna bir de intihar süsü vermeleri kolay olmuştu. Histerik bir kahkaha patlayıverdi dudaklarında. Bedeni titriyor, ölümün verdiği zevkle sesi daha da yükseliyordu.
“Olwen… Haha! Erkek kardeşin değil mi? Nasıldı? İntiharı fazla gerçekçiydi değil mi? Belki de kollarını açmış ona doğru giden bir kadından hiç şüphelenmemiştir.”
Odadaki diğer adam mani olmasa belki de o an yaşamını yitirecekti. Ürkek bir hayvan gibi kollarını birleştirip kafasını iyice gömdü gövdesine. Bir gözü hala kendisine küfürler yağdıran adamdaydı. Debelenip duruyordu. Onu kışkırttığında büründüğü hayvani ruh bir an olsun korkutmuştu Lachesis’i. Başını kaldırıp belki buradaki cellâdı olacak adamın gözlerine bir bakış attı. Her şey vardı o gözlerde. Acı, hırs, nefret…
“Şimdi bana bak ve aç kollarını Blanchett. İntihar döşeğine gel!”
~
Salon dağınıktı. Yemek masasının üzerinde gazeteler bir top halinde duruyordu. Önemli görünen satırların altı siyah, kalın kalemle defalarca çizilmişti. Aynı masa, içinde birçok insan isminin yer aldığı listelere ev sahipliği yapıyordu. Şamdanın hemen altındaki kâğıtta ise sadece tek bir isim yazıyordu: OPHREN. Harfler büyük ve kalınca yazılmıştı. Küçük bir cinnet sırasında yazıldığı açıkça belliydi. Yer yer boyası dökülmüş duvarlarda gazetelerden kesilmiş kupürler asılıydı. Yerler toz tabakasıyla tamamen örtülmüştü. Rutubet daha içeri girildiği ilk anda hissediliyordu. Yazlık ev, Lachesis’in her şeyden vazgeçmesiyle birlikte kapatılmıştı ve yaklaşık sekiz yıl sonra ilk kez açılıyordu…
Parmak boğumlarına süzülen su yavaşça daha da aşağılara kaymaya devam ediyordu. Gözleri konsolun üzerindeki fotoğraf çerçevelerine dalmıştı. Kendisininkilerin kopyası buz mavi gözler hemen dikkatini çekti. Elindeki plastik bardağı sehpanın üzerine bıraktı ve çerçeveleri konsolun üzerinden alıp çekmecelerden birine tıktı. Resimlere bakmayı çok uzun zaman önce bırakmış olmalıydı. Anne sıfatını hak etmediği gibi, onu özlemeyi de hak etmiyordu. Şu anda görse tanıyamayacağı oğlunun bir fotoğrafa hapsolmuş gülümsemesi yerini donuk bakışlara bırakalı uzun yıllar olmuştu herhalde. En azından artık nefret edilen bir ebeveyn olduğunu biliyordu. Doğrusu, Lachesis ebeveyn kelimesinin zatına yaklaşamayacağından da adı gibi emindi. Bir iki dakika konsola yaslanıp kendine gelmeye çalıştı. Örgüt işine bulaşmadan önce sevebileceğine emin olduğu çocuğu artık görmesi bile imkânsızdı. ‘Nasıl olsa babasıyla güvende.’ Diye düşündü. İnsan ırkından nefret eden ve onları parçalarına ayırmaya yemin etmiş bir annenin çocuğu olmanın ne demek olduğunu iyi ki öğretmemişti ona. Derisinde bir yerler karıncalanıyordu. Yarıları kırılmış tırnaklarını kolunun üzerinde haşince gezdirdi. Sol elinin işaret parmağındaki yüzüğün, parmağına dolanan akrep kuyruğu tenini gıdıklıyordu. Kendi kendine karanlığa gömülecek bir kahkaha koyuverdi. Geldiği yerden geri dolanarak en başta oturduğu koltuğa çöktü. Hala nefes almakta bir miktar güçlük çekiyordu. Jezebeth’e herkesi toplamasını ve acilen buluşulmasını kibarca emreden bir mektup postalamıştı. Gerçi şu an ne kadar kibar olabilirdi bilmiyordu. Yerde emin adımlarla yürüyen ve yakında emellerine ulaşacak olan böceğin üzerine bulduğu ilk nesneyi geçirdi. Eğreti bir gülümseme yerleşti yüzüne. Ölüm fikri onu fazlasıyla cezp ediyordu. Ayağının ucuyla ittirdi ölü böceği. Göz ucuyla kadranı hareket etmeyen saate baktı. Daha gelmelerine ne kadar vardı? Burayı kapatmalarıyla birlikte zaman da durmuştu sanki. Oturduğu yerden kalkıp aynaya doğru ilerledi. Yüzündeki morluklar ve dudağındaki patlak pek önemli olmayabilirdi ama boğazı kötü görünüyordu. Gömleğinin yakalarını iyice yükseltti. Askıda bulduğu, eprimiş fuları boynuna dolamayı göze alamazdı. Hafifçe öksürdü. En azından karanlıkta detayların görülmeyecek olması onu rahatlatıyordu. Gerçi ne önemi vardı ki?
Kapının sürgüsünün açıldığını fark ettiği anda sırtını dikleştirip kulak kesildi. Kapı kapandı ve ayak sesleri hızlandı. Rüzgâr kış mevsimi için fazla narin olsa da, sesi ayak seslerine karışıyordu. Yine de gelenin kim olduğunu tahmin edebiliyordu Lachesis. Terk edilmiş tımarhanede geçirdiği bir hafta onu yalnızca dinlemeye ve fiziksel şiddete alıştırmıştı. Hafifçe yutkundu ve yavaşça geri döndü. Kız kardeşini epeydir görmüyordu…
Gülümsemeye çalıştı. Yine de sesi kırçıllıydı.
“Hoş geldin, Jezebeth…”
Ben Aytül Tubik Kaan şeklinde gidiyoruz sanırım.
Bi' de Lachesis sorunlu bakmayın siz ona.
Bi' de Lachesis sorunlu bakmayın siz ona.