Post by Giselric Stultitia on Aug 1, 2011 1:29:20 GMT 3
Sefa.
Bir yıl.
Üçüncü sınıf.
xx
Phoebe,
Şömine alevinin, ışık oyunlarıyla olduğundan daha korkunç gösterdiği keskin hatlarındaki en ufak hareketleri takip ederken, kulağımdaki uğultunun arasından duymaya çalıştığım masalların birindeydi: ''Söylendiğine göre, pek çok insan öldükten sonra yine gökyüzüne dönüyor ve kuzey ışığı sağa sola oynuyorsa, ölmüşlerin ruhlarının kafataslarıyla top oynamasından kaynaklanıyor bu.'' Ardından tiz bir sesin içerideki kadına yönelttiği homurtu: ''Ida! Çek şu işe yaramaz çocuğu önümden. Beni dinlemeye istekli görünmüyor.'' Dinlemiyor, duymuyor, özellikle de umursamıyor gibi yapma konusunda iyiyim. Ardına sığındığım maskeler oyuncağım oldu. Baharın sona erip çekilmez yaz mevsiminin başladığı günlerden birinde dünyaya gelmeye karar vermemden, insanları kandırmayı sevdiğimi anlayabilirsin. Onları baharın habercisi, iyi huylu bir bebek olacağıma inandırmak, yüzlerindeki zafer ifadesinin ortaya çıktığı gibi sönüp gitmesini izlemek, kulağımda büyük babamın masallarından birinin çınladığını duymakla, özenle seçtiği kelimelerin zerresini dinlemediğimi bilmenin verdiği haz arasındaki hissi tekrar yaşamamı sağlıyor.
Baş etmeye katlanabildiğim birkaç kişiden ilkinin, kız kardeşimin mana taşımakla yakından uzaktan alakası olmayan sözleri arasında en sevdiğimdi: ''Giselric'de her şeyin kocaman bir tarihi var.'' Doğduğumdan beri kaybetmediğim şeyler, sadece sükûnetin beraberinde getirdiği kayıtsızlık ve nefret değil. En başından beri sahiplenmekten kendimi alamadığım şey, özlem. Sadece içinde olduğu kabuktan kafasını çıkartıp kendini gösteremedi en yakınlarına, o kadar. Ama bu, onun somutluğunu değiştiremedi. Şimdiyse somutluktan pişmanlığa giden yolda ilerliyor. Bense tahtadan köprüsü olan bir nehrin karşısında oturuyorum ve kucağımda 'özlem' diye çağırmayı seçtiğim sevgilim var. Gizliden gizliye, ailemle arka bahçede geçirdiğim akşamları, gizlice dinlediğim konuşmalarını, bana en fazla birkaç kez gösterdikleri şefkati ve saydam gülümseyişleri bile özler hale geldim. Zayıflıklarım, seni benden uzaklaştırmaya yetecek mi, Phoebe? Oysa ben, sadece sana gösterdiğim acemiliğimden öte bir yerde, kalabalığın içine puslu gözlerle baktığında göreceğin ilk yüzüm. Ben Latinlerin 'stultitia', Yunanların 'morea' diye adlandırdığı deliliğim.
Baykuşun, yazdığım mektubu olması gereken yere ulaştıracağını ümit ediyordum ki, bir fısıltı ağaçların gövdelerine çarptı: ''Baharatın, Ateşviskisinin ve Phoebe'nin beyaz teninin bende bıraktığı tatların karışımı...'' Ardından, fısıltının bana ait olduğunu anladım. Hangi saat diliminde ya da nerede olduğumu önemsemeyerek yürüdüğüm ormanda gördüklerime öyle aşinaydım ki, hepsini birer birer selamladım ve, senfonimiz başlıyor, dostlarım, diye geçirdim içimden. Nemli toprak, hafifçe yağmakta olup biraz sonra hiddetini hissettireceğini düşündüğüm yağmur, lacivert gökyüzü, koruyuculuğunu tam anlamıyla yitirmiş ağaçlar ve üzerinde barınan tek canlı türü; kargalar... Hepsi önümde eğildi. Atmosferde beliren tuhaf neşenin aksine, öfke ve nefret, ayla birlikte yükselmekteydi. Tiksindiğim cesaretin tamamını barındırarak karşımda dikilen gerçekleri yok saymak, beni emelime ulaştırmazdı. Damarlarımdaki kanı takip eden, adlandırmaya çalışmaktan çoktan vazgeçtiğim bir his, bedenimi turlayan sıvının önüne geçti ve beynimin kuytu bir köşesinden geldiği gibi, daha da güçlenerek avucumun içinden, gövdesine yaslandığım ağaca sıçradı. Birkaç dakika önce ağaca savurduğum yumruğumdan akan kanın, beni ağlatmasına izin verecek değildim. Başımı yukarı kaldırdım, ağacın kalın gövdesinin üzerinde oluşan oyuğu gördüm ve zafer kazandığımı hissettiğim anlarda yaptığım gibi, küçümser tavrımla tok bir kahkaha attım. Başka bir yerde ya da başka bir ruh halinde olsaydım babamın, sevgilimin, belki de hizmetimdeki ruhsuz insanların yaptıklarımı görüyor olabilecekleri konusunda endişelenirdim fakat o gece, adını bilmediğim karanlık ormanın zeminini arşınlarken, endişelenecek hiçbir şeyim olmadığı gerçeğine kendimi büsbütün inandırmıştım.
Adımlarımı aynı ritmle sürdürürken sessizliği parçalayan donuk ve cilve dolu bir ses, ürpermeme yetmişti; içerdikleri karşısında şapka çıkaracağımı bilsem de. Ben arkaya dönmek için hamle yapmışken, soluk benizli kadın, saniyenin kaçta kaçı olduğu hakkında ancak fikir yürütebileceğim bir süre içinde yüzünü benimkinin hizasına getirmişti. ''Kutla, Giselric. Seninki gibi bir zafer, kutlanmaya layıktır.'' Yunanca'yı harikadan da öte biçimde konuşan sesinin, içimde bir duyuyu harekete geçirmediğini söylememek, baştan aşağı siyahlar içindeki bedenin güzelliğine leke sürmek olurdu. Phoebe'nin, tenlerimizin buluşmasının ardından yıllar geçmesine karşın bir türlü tanımlayamadığım kızın kardeşiyle bir ormanda burun buruna gelmenin nasıl hissettirdiğini tahmin bile edemezdiniz. Kaç yıldır dünyanın kirli topraklarını adımladığını bilmediğim kadın, bedenini bana daha da yaklaştırdı ve derince iç çekti. Nefesini bıraktığında burnuma gelen kan ve viski kokuları, kadının müjdeleyecek şeyleri olduğuna işaretti. ''Bana getirdiğini umduğum güzel haberleri duymak istiyorum, Goisvintha.'' Benzerini eski bir masalda işittiğimi hatırladığım adını telaffuz etmek bile başlı başına bir tuhaflık içeriyordu. Rüzgârın yere düşürdüğü kuru dal, anlamsızca da olsa Goisvintha'nın büyüsünden çıkmamı ve biraz önce bahsettiği zafere yoğunlaşmamı sağladı. O dal, bana Goisvintha'nın dışında bir gerçekliğin ortasında durduğumu hatırlatmıştı. Son zamanlarda Bakanlık'ta yaşananlar, Bakan'ın oğlu olarak beni yakından ilgilendiriyordu; en azından babamın söylediği buydu. Ağzından çıkan çoğu sözün zırva olduğunu işin içine katmazsak, babamın iyi biri olduğuna kendimi inandırabilirdim. Yüzünde buruşmamış hiçbir yer bulunmayan bu adamın, babamın benden beklediğinin aksine, işin 'görünen kısmında' asla yer almamıştım. Hep ardına saklanacak bir perde bulmuştum oynadığım oyunlarda; birilerinin verdiği emirle kanıbozukları tahtlandırdığını sananların, canımı sıkan herhangi birinin ve nicelerinin kanını akıtırken.
''Zander ve Nekoda öldü.'' dedi kadın. Elekten geçirmeye alıştığım düşüncelerimi ormanın derinliklerine kovalayan şeyin o kadife ses olmasına dua etmeliydim. Bu ormanda karşıma neyin çıkacağını bilemezdim ve ne asam ne de gümüş bıçağım, beni kurtarma görevini üstlenmezlerdi. Duyduklarımı gerçekle ilişkilendirmem biraz uzun sürse de, kalkan kaşlarım ve gerilen dudaklarım, kelimelerimden önce davranmıştı. Hepsinden hızlı olan bir şey varsa, o da Goisvintha'ydı. Gözlerimi kırpmak ya da nefes almak gibi zorunlu olduğum işlerle uğraştığım süre içinde, başını omzumun hizasına getirmişti. Her gün yaptığı bir şeymişcesine yerden birkaç santim yükseldi ve bana yukarıdan bakmaya başladı. Şaşırmamıştım; onun istediği an bir kurda dönüşebildiğini ve sırf kendini hakim hissetmek için güçlerini kullanmanın zor sayılmadığını tahmin edecek kadar zekiydim. ''Fakat benim Giselric'im, öldürülmesi gereken biri daha var.'' dedi ve büyük ağacın altında durduğunu fark etmediğim büyücü gazetesini elime verdi. Karşımdaki kadının sözleri ve buraya gelme nedeni, nihayet mana kazanmıştı.
G E L E C E K P O S T A S I - Sihir dünyası gerçekten emin ellerde mi?
Halkın, 'yabancılara karşı gereğinden fazla sıcakkanlı' olarak tanımlamayı seçtiği Sihir Bakanı Eiriks Xurká, bir skandala daha imza atmış gibi görünüyor. Tüm bunlar -hayatını kaybeden Muggle asıllı Bakanlık Çalışanlarından ve neredeyse adımınızı attığınız her yerde meydana gelen cinayetlerden bahsettiğimi hepiniz biliyorsunuz- yaşanmadan önce, ''Sihir dünyası ve elbette güvenliğiniz emin ellerde, gerçekten.'' diye pek de uzun ve rahatlatıcı olmayan bu açıklamayı yapan Xurká, yüzündeki sakin ifadeyle, işlerin kontrolünün dışında ilerlediğini belli etmemeye çalışsa da, haydi ama daha fazla kişiyi kandıracağını düşünmüyor sanırım, ha? Muggle'ların bakanıyla görüşmeler yaptığı bilinen Hadria, bu konuya kesinlik kazandırmamak konusunda ısrarcı. Sandalyemden, ''Daha kaç kişinin öldürülmesi gerekiyor?'' dediğinizi duyar gibiyim.
-Mizacının biraz fazla lakayt olduğunu düşündüğünüzü bilen yazar, Emilian Vulfia.
Gazetenin ilk sayfasında yer alan haberi okuduğumda içimde beliren öfkeyi bastırmaya gerek duymayarak, elimdeki parşömeni parçalara ayırdım. Kurtkadın olduğu konusunda zerre kadar şüphe bırakmayan kadının, ellerimin titrediğini, neler düşündüğümü ve bilmediğim birçok şeyden haberdar olduğu gerçeğini göz ardı edemiyordum. Neredeyse saydam ellerinin yapabileceklerini düşündükçe, güçlü kollarımı ve zekâmı küçümsüyordum. İç gıcıklayıcı düşünceleri kovalamaktan vazgeçen aklım, olması gerektiği gibi çalışmaya başladığında, ''Beni 'pis işleri yapan adam' olarak tanımlıyorlar,'' dedim. Goisvintha ise duygularını açığa çıkarmaktan korktuğu anlarda üstüne giyiverdiği sahte masumiyeti takındı ve başını hafifçe salladı. ''Haklılar.'' diye yavaşça fısıldadığımda ise sözlerime, onları yüzyıllar öncesinde duyduğunu belirten bir kahkahayla karşılık verdi; bu kahkaha her seferinde, bir sırtlanın keskin haykırışından parçalar içeriyordu. Araya birkaç dakikanın girmesine izin verdim ve aklıma gelenleri dizginleyememden olsa gerek, kelimelerin oldukları gibi çıkmalarına izin verdim: ''Neden sen yapmıyorsun?'' diye sordum, gözlerimdeki soğukluğu arttırarak. ''Tahmin ettiğimden çok daha fazlasına gücünün yettiğini biliyorum.'' Goisvintha'nın birden açığa çıkardığı şüpheci ve tehditkâr tavırdan çekinmemeye çalıştım. O an, babamın ağzından çıkmasına rağmen mantıklı olan bir söz aklıma geldi: Cesurca olan her şey aynı zamanda aptalcadır. Keskin bakışlardan başka tepki alamadığımda, benzimin atmasını, ''Korku, alışık olduğumuz bir his.'' diye açıkladım. İki sivri dişin boynuma değmesiyle, tuhaf bir şekilde hırıltıya benzeyen tiz sesi duymam bir oldu. Nemli toprağa bastığında çıkan ayak seslerini duymuyordum ve gözlerim, kadının etrafımda döndüğü konusunda ikna edici olmaya başlamıştı. ''Kontrolü elde tutma konusunda bazı sorunlar yaşıyorum.'' Bazı sorunları olduğunu, kelimelerinden önce, gözleri söylüyordu; kahverenginin en koyu tonundaki, hedefini asla şaşmayan bir oka benzeyen, canavarlığını ele veren yegane şey olan gözleri. Birazdan, görmeye alışık olduğum sahte masumiyetin yerini müthiş bir öfke alacağının öncüsüydü hiddetle salıverdiği cümlesi: ''Öyle ki, et yığınlarından başka bir şey ifade etmemeye başlıyor en değer verdiklerim.'' Yapabildiğim tek şey, Goisvintha'nın söylediklerini kavramayı reddetmeyi başka bir zamana saklayıp ''Phoebe!'' diye bağırmak olmuştu. Ardından beyaz elin görüntüsünün yerini kestane rengi tüyler aldı. Beni derin bir belirsizliğe yolculayan tek şey, nemli toprağa dökülen sıvıydı ve uyku, en hırçın haliyle karşıma çıkan bir kadın gibi çekti kolumdan.
''Işıklar söner.
Kader yolunu bulsun diye.
Kader karanlıkta görür.''
Elimdeki bavulu taşımakta zorluk çektiğimi belli etmemek için kanadı kırık, aptal bir baykuş gibi yürüyüp, Peron Dokuz Üç Çeyrek'e açılan eski duvara doğru ilerlerken, etrafımdaki Mugglelara bakıp, hep saklanmak zorundayız, diye düşündüm. İkincil bir dünya, diye fısıldadı içimdeki ses. Mantıksız, diye söylendim.Yere düşen eldivenimi almak için eğildiğimde, Sheila teyzeyi hatırlatan iskeletimsi bir kadına çarpmıştım ve küfür olduklarını tahmin ettiğim birkaç söz duymuştum. Kadının huysuz tavrından ve Euderyn'in tiz sesinden dolayı, Muggleları düşünmeyi bırakıp ikizimin yanında yerimi aldım. Ayakta öylece dikilirken, yıllar önce okuduğum bir Yunan destanının* en sevdiğim kısmı geldi aklıma ve dudaklarımı kıpırdatmadan, hafızamın bana sadık olduğunu ümit ederek mırıldanmaya başladım:
hepsi de büyük umutlar içinde
gecelediler savaş alanında
öbek öbek ateşler yanıyordu
parlak ayın çevresinde binlerce yıldız
rüzgarsızken duru gökyüzü
nasıl yanarsa ışıl ışıl
bütün doruklar, sivri kayalar ve çalılar
nasıl serilirse göz önüne
gökler yırtılıp da açılır
tekmil yıldızlar görünür
ferahlar yüreği adamın
ateşlerde İlyon önünde
gemilerde Ksanthos Irmağı arasında
Yanımdaki sıska kızın ''Sana diyorum, Giselric. Hazır mısın?'' diyen sesini duyduğumda, şiiri başımdan atmak istercesine silkindim ve kekeleyerek ''Evet,'' dedim. ''Evet, elbette.'' Duvarın içinden geçmeden önce, sanki ayrılıyormuşuz gibi, Euderyn'in yüzüne baktım ve gülümsedim. Yüzündeki endişeli bakışı gördüğümde, ''İyiyim, gerçekten.'' dedim. Onu hazırlıksız yakaladığım bir anda kolumu omzuna attım, yüzüme buruşuk bir ifade yerleştirdim ve saçlarını karıştırdım. ''Hey, nefes alamıyorum,'' dedi kıkırdamalarının arasından. Ardından kolundaki saate bakarak homurdandı: ''Ciddiyim, Giselric, artık şu lanet olası duvarın içinden geçmeliyiz.''
Tren İstasyonu'nun görüntüsü geçen altı yıl boyunca yaptığı gibi, Euderyn ve beni büyülemişti. Nasıl oluyordu bu? Nasıl bir anda yabancılığın da ötesinde bir dünyadan, arka bahçedeki olgun çimlere geçmiş gibi hissediyorduk? Bu son, diye geçirdim içimden. Düşüncelerimi istemeden de olsa dışa vurmuştum: ''Lanet olsun, Euderyn.'' Kızın onaylayıcı mırıltılarını hayal meyal duyduktan sonra, içinde olduğum gerçekliği ancak fark edebilmiştim. Bu gerçekten sondu.
Bunun Hogwarts'a yaptığım son yolculuk olacağını fark etmem, bütün yolculuğun aynı ruh halinde geçmesine en büyük sebepti. Hogwarts'la ilgili yapılan herhangi bir şeyin 'son' kelimesine işaret etmesi birçok şeyin canına okumuştu: Sanki Euderyn'i ya da Quidditch sahasını bir daha göremeyecekmişim gibi hissediyordum. Tüm bunların içinde olduğum kompartımana, baktığım buğulu pencereye ve oturduğumda gıcırdayan deri koltuğa sızmasına izin verdim; bana göre her şeyin, her cismin bir ruhu vardı. Euderyn'in altı yıldır hiç değişmeyen uzun saçları, Quidditch sahasının rüzgarlı ve özgür olan havası, ve elbette, Hogwarts'a gelmeden birkaç yıl önce okuduğum Yunan şiirinin devamı:
işte tıpkı böyle yanıyordu
binlerce öbek ateş parlıyordu ovada
elli adam vardı çevresinde her öbeğin
atlarsa, çalıların yanında, ayakta
bekliyorlardı altın tahtlı Şafağı
Yolculuk boyunca, başlığı 'Aile' olan kara listenin içinde huzurla yaşayan kişilerin aklıma gelmemesi tuhaf değildi. Onları düşündüğümde hiçbir şey hissetmiyordum. Ne sevgi, ne de nefret. Nefret duyumsamamamın tek nedeni, bu duygunun onlar gibi insanlara karşı hissedildiğinde asaletinin azaldığını düşünmemdi. Yüzümü kaldırdığımda, Euderyn'in elindeki kitaba notlar aldığını gördüm. Dokuz yaşındaki ikizinin aynısı, öyle değil mi, diye sordu içimdeki ses. Düşüncelerimi böldüğünden mi, hayali tonlamasındaki yapmacıklığı fark ettiğimden midir bilmem, sürekli geçmişi hatırlatmak zorunda değilsin, diye çıkıştım. Euderyn'e Çikolatalı Kurbağa isteyip istemediğini sordum. İstemediğini söyleyince -biraz da reddedilmiş hissederek- mor paketi tekrar cebime koydum.
Hogwarts Ekspresi'nden inmek sanıldığı kadar kolay değildi: Tüm o kısa boylu, cübbeli yaratıkları ezmeden ya da tuhaf bakışlarla sarılmadan, sağ salim yere adım atmak... Şaşırtıcı bir şekilde ayağıma basan bir bücürün yüzüne dik dik baktım ve adımlarını hızlaştırmasını hafif bir kahkahayla izledim. Euderyn'i tekrar bulduğumdaysa, yüzünde alışık olduğum sevinçle karşılaştım. ''Hangi yönden gitmek istersiniz, Tanrıçam?'' diye sordum, usta Yunanca'mla. Ardından bakışlarımı etrafa diktim ve yapmacık bir üzüntüyle mırıldandım: ''Gerçi böyle bir kalabalıkta hangi yönü seçebileceğinizi bilmiyorum.''
Uyanmayı, başarması en zor iş haline getiren zamanlarım olmuştu fakat adını bilmediğim ormandaki ağacın altında gözlerimi açtığım an, bundan kötü bir sabah geçirmediğimi anladım. Kendime geldikten saniyeler sonra, acı kendini gösterdi ve üstelik bu sefer, diğerleri gibi boğazımda bir yumru olarak kalmakla yetinecek gibi görünmüyordu. Asamın, gövdesine yaslandığım ağacın altında olduğunu görüp Goisvintha tarafından ele geçirilmediğine şaşırmıştım. Bileğimdeki ısırık izinin geçmesini beklemek yerine, yaraları iyileştirdiğinden kesinlikle emin olduğum büyünün ardına sığındım ve sağlam elimle asamı yaralı bileğime doğrultarak, ''Corpus Medicor!'' diye bağırdım. Beni bu durumdan kurtaracağını düşündüğüm büyü, işe yaramamıştı. Kendime geldiğim andan itibaren yaptığım her şey, devasa bir telaş ve acele içeriyordu. Bu yüzden olsa gerek, bileğimdeki yaranın etkisini geçirebilecek tek şeyin, kurtadam kanı katılarak ve karanlık sanatın en bilinmedik büyülerini harmanlayarak hazırlanan Alhreiks adındaki panzehir olduğunu unutmuştum. İçinde bulunduğum ruh halinin aşağılayıcılığını anlatmaya yetecek kelimelerim yoktu. Kelimeler, sönüp giden ayla birlikte beynimi terk etmiş olabilirdi ama gümüş bıçağımı nasıl kullanacağıma dair tezlerim ve acımasız büyülerim her zamanki yerlerinde duruyordu. Kendimi hazırladığım şeyi hatırladığımda, en son kurduğum cümleyi tekrarladım: ''Phoebe!''
''Dullarla katillerin işbirliğiyle yaşar
bazı diktatörlükler.''
Maske olarak kullandığım büyük çalılığın arkasından bile duyuluyordu adamın çığlığı. Kız kardeşimin adını böylesine bir tutkuyla telaffuz eden birinin, zamanla dostum haline gelmesi imkansızdı. Fakat o Giselric, diye korkuyla söylenen sesimi susturmak için delici bakışımın yanında, ölesiye sıktığım ellerimi de sunmam gerekmişti. Gecenin geç saatlerinde aldığım ısırığın dudağımda bıraktığı tadın yerini, zamanla aşık olduğum Güneş bile yok edememişti. Kulağımı meşgul eden homurtuları yok etmek istercesine, ''Çabalamayı bırak artık, adelfí*.'' dedim ayağımın dibinde, büyüyle hareketsiz bıraktığım Phoebe'ye. O da, içimde kalan toz zerreciği hacmindeki tahammül gücünü yok eden Giselric de cezasını çekecekti ve Güneş'in kudreti, tüm bunlara şahit olacaktı. Evin bodrum katında oynadığımız oyunların ve Phoebe'nin dönüştüğüm canavarın sergilediği vahşeti; Eylül'ün son gecesinin puslu hayalini aklımdan çıkarmış vaziyette, adamın yanına doğru ilerledim.
Giselric'i altında tutsak bıraktığım ağacın yanına vardığımda, tam da beklediğim manzarayla karşılaştım. Küçük bir şişe Alhreiks için yanıp tutuşan, bileğinden tüm benliğine yayılan acıyla bütünleşmekten ödü kopan bir adam; nefes nefese, ''Phoebe'ye... ona ne yaptın?'' diye bağıran bir adam. Eteğimin ucunu havaya kaldırdım, karşımda can çekişen adamı gerçeklikten uzakta bir gülümsemeyle selamladım. Çatallı sesime aldırmadan sürdürdüğüm kahkahamı, ''Dün geceki sözlerimdeki işaretleri fark etmişsin.'' cümlesinin takip etmesine izin verdim. Adamın rahatsız edilmiş bir aslanı andıran bakışlarına ve nefretin ona daha derin aldırdığı nefesleri görmezden gelerek, ''O, burada. Her şeyden habersiz ama her şeyin ortasında.'' dedim, asamı içinden çıkıp geldiğim çalılığa doğrulttum, kendime doğru çektim ve Phoebe'nin, Giselric'in karşısındaki taşın üzerine savulmasını, yüzümde bir gülümsemeyle izledim. Adam, onu saran acının loş bir köşesinden sıyrılmaya çabaladı, kadın ise gecenin ortasından beri süzdürdüğü gözyaşlarının sel olmasını çaresizliğin en büyüğüyle izledi. İkisinin de ağzından çıkamayan kelimelerin ormanın loşluğunda yitip gitmesinin verdiği neşeyi yıllardır aradığımı fark ettim. Bu neşenin getirisi, yine kelimelerle çarptı bana ait olmayan, dakikalarla birlikte gövdelenen kedere: ''Her şey, senin ortaya çıkmanla başladı, Xurka. Athena sınırındaki büyük evimiz kadar büyüktü umutlarım; ta ki sen o evin verandasında görünene kadar. Gerçekten bana sahip olan tek kişiyi alıp götürdüğünü inkar etmekte zorlanıyorum. Sonunda, her dolunayda dönüştüğüm canavardan bir farkı kalmadı kadınlığımın.'' Sustum ve elimi cebime götürdüm. ''Fakat bu gece, cezanızı çekeceksiniz, ikiniz de.'' Elimi cebimden çıkardım ve Alhreiks'i havaya kaldırdım. ''Bu, hem bana karşı işlediğin suçları, hem de Bakanlığa olan sadakatsizliğini yok edecek olan şey.'' Şişenin kapağını açtım ve içindekileri nemli toprağa boşalttım. Bunu yaparken duyumsadığım belirgin gerilimi ve Giselric'in hırıldayışını asla unutmayacaktım. Bu yüzden, ormanı, adam ve kadının yüzünü, her şeyi hatırımda tutabilmek için birkaç saniye bekledim. Konuşmaya başladığımda belirlenecekti kaderleri: ''İkinizden Bozulmaz Yemin'i etmenizi istiyorum.'' Giselric'e dönerek, ''Senin Bakanlığa olan sadakatini ölümsüz yapacak...'' dedim ve gözlerimi Phoebe'ye çevirip, ''...senin ise, karşında duran adamı bir daha asla görmeyeceğini kesin kılacak bir yemin.''
Uzaktan geliyor çığlığı kadının.
Dokunaklı ama uzak.
''Her şeyden habersiz ama her şeyin ortasında.''
Ağzımdaki bez parçasını kemirip bir tarafa fırlatmayı başardığımda, ''Asla!'' diye bağırdım. ''Téras*!'' Beni sersemleten şeyin gerçekleşmemesi için daha önce ağzıma almadığım duaları etmeye başladım. Zorda kalmışlığın getirdiği korkaklık, yukarıda bir yerde olduğu söylenen tanrının, puslu ormanın içinde yaşadıklarımı gördüğü ihtimaline tutunmamı sağlamıştı. O gerçeğin beni nemli toprağa gömmesine izin vermeyecektim; karşımda duran adamı bir daha asla görmeyeceğimi kesin kılacak yeminin somut gerçekliğinin. Bir zamanlar bekaretimle birlikte tüm kederimi alıp götüren adama, morea'ma baktım. Asla durulmayacak gibi kanayan yarasına, etrafa yayılan tuzlu kokunun görünmez dumanına baktım. Tüm geçmişimi gördüm. Etkisinde olduğu büyüden tek bir hareketle kurtulmasını, yarasının dinmesini sağlayacak bir meleğin ortaya çıkmasını bekledim. Oysa eskiden 'meleğim' diye çağırdığım tek kişinin, sönmeye yüz tutmuş umutlarımı tamamen öldürmek üzere, düşman bakışlarla karşımda durduğunu unutmuştum. Unuttuğum her şeyi, canavarın yüzüne bakınca hatırladım. Kahverengi saçlarının gür bir kürke dönüştüğü ve dolunayın bizimle aynı çağı paylaşmıyormuş gibi ilgisiz durduğu geceyi, Giselric'le verandada geçirdiğim öğleden önceleri küçük kardeşimin nasıl da gıptayla izlediğini... O günlerde anlam veremediğim tüm kıskançlıklar, gereksiz baş çevirmeler şimdi manaya kavuşuyordu.
Kulaklarımı tıkadım; Giselric'in çırpınışlarına, Goisvintha'nın kahkahasına, ormanın sesine ve şimdiye kadar gülerek ya da ağlayarak geçirdiğim hayatımı gözümün önüne getirdim. Canlandırabildiğim tüm anılar, Giselric ve benden bir şeyler taşıyordu. İkimiz, tek bir ruhun parçalanmasıyla ortaya çıkan tutkunun birer ürünüydük, o kadar. Aşkımızı 'aşk', bizi 'genç' yapan, uzak ülkelere uçtuğumuzda özensiz el yazımızla çiziktirip gönderdiğimiz, hep aynı cümleyle biten mektuplardı. ''Seni aklımda tutacağım.'' diye bitirirdik uzun olmayan mektuplarımızı. Her karşımıza çıktığında, onun, içinde boğulunabilecek bir cümle olduğunu düşünürdük. Göründüğünün aksine, verandanın üstünde, kulağa fısıldanacak türden hisler içerdiğini bilirdik çünkü. Birini sevmek için, hiçbir cana kıymamak ya da hiçbir hata yapmamak gerekmediğini bilirdik. Tutku, nefret, şüphe ve ihtiyaca esir düştüğümüz halde, kendi özgürlüğümüzün mimarı olabileceğimizi bilirdik.
Giselric'in bileğinden süzülen kanla ıslanmış eli, benimkiyle buluşacaktı ve hayal edemeyeceğim incelikteki gümüş ışık, yemini ettiren canavarın sözleriyle birlikte, iki el arasında, iki ruh ve iki solgun kalp arasında gidip gelecekti. Belki de, hayatımın geri kalanını karşımda duran adamı bir daha asla göremeyecek olmanın kesinliğiyle sürdürebilmeme yardım edecek şey, verandada geçirdiğimiz akşamlardan birinde ona söylediğim, ''Kendi özgürlüğümüzün mimarı olabiliriz.'' cümlesinden yayılan umuttan kaptığımız farkındalık olacaktı. Bırakacaktım, gözyaşlarım sel olup morea'nın adım atmadığı evimi, morea'nın sıcaklığıyla ısınmamış yatağımı ıslatsın. Bırakacaktım, evimi ve yatağımı kurutacak olan şey, morea'nın, Güneş'in altında bir yerlerde yaşamına devam ettiğini bilmenin verdiği huzur olsun. Sonsuzluğa kadar süregelecek olan tek şey, aydınlıkla karanlığın savaşıydı. Geride kalan her şey, kederler ve esirlikler, verandanın üstünde geçirilen bir günün anısıyla son bulacaktı.
*İlyada.
*Yunanca, kardeş.
*Yunanca, canavar.