Post by Sanguis on Jul 20, 2011 0:10:25 GMT 3
Fırtına geliyordu. Sanguis yukarıya, ağaçların kara dallarının arkasına baktığında göğü göz alabildiğince kaplayan kurşuni bulutları görebiliyordu. Gökyüzünde çakan şimşekler göğü ancak bir anlığına aydınlatabiliyor, ardından yerini zifiri karanlığa bırakıyordu. Yağmur, yeri gürültüyle dövüyordu. Ancak gecenin içinde yürüyen Sanguis, sadece bir siluetten ibaretti. Ne de olsa, o gecenin bir yaratığıydı. Gece olmadan o da var olamazdı. Özellikle bu fırtınalı gece, Sanguis’i anlatıyordu. Öfkeli, hırçın ve karanlık. O buydu. Birkaç yıl öncesine dek, Nex Furvus’taki vampir sürüsü onun dediklerini dışına dahi çıkamazdı. Buradaki yaşamını hatırladı. Sıradan birinden nasıl bütün vampirler tarafından korkulan bir lider haline geldiğini… Sonra, lideri olduğu sürüyü, herkesi ve her şeyi bırakıp gidişini. Onu o yapan her şeyi. Sonra, yıllar önce bir gece, bir anda karar vermişti ve bu ormanı asla geri gelip gelmeyeceğini umursamadan çekip gitmişti. O, sıradan ve bunaltıcı olarak gördüğü ayaktakımı vampirleri sorunlarını dinlemekten bıkıp usanmıştı. Lider olmak, hiçbir zaman kendi hayali olmamıştı zaten. O babasının hayaliydi. Sanki lider olmak, bağımlı olmak değermiş gibi. Bu gibi düşüncelerle, daha büyük şeyler için terk etmişti Sanguis. Bağımsızlığı için, belki de daha karanlık şeyler için. Ne de olsa, duygular Sanguis için asla söz konusu olmamıştı.
Bu karanlık ormanın içinde yürürken duygularının var olup olmadığını tartıyordu Sanguis. Zira geri dönmek, tanıdığı bir zamanlar lideri olduğu kişileri tekrar görmek demekti. Çoğu, hatta bir iki kişi haricinde hepsinin ne düşündüğünü zerre kadar dahi önemsemese dahi o birkaç kişi zorluk çıkartabilirdi. Mesela Pulcher… Dişi vampirin aklına gelmesiyle ensesindeki tüylerin diken diken olduğunu hissedebiliyordu. Pulcher’in, Nex Furvus’taki bütün erkek vampirlerin –ve kurtadamların- içini garip yapacak bir güzelliği vardı. Ve o güzelliğinin yanında da, zekâsı. Ancak bu Sanguis için çok iyi bir birleşim değildi görünüşe göre. Birkaç yıl önce olanların onu nasıl bir anda duygularının kendisini yönetmesine izin veren aptal bir insan gibi davranmaya ittiğini hatırladı. Sonra tekrar, sanki üzerinden hiç zaman geçmemişçesine taze öfke doldurdu Sanguis’in zihnini. Pulcher ve Lycaon, elbette. Acaba Lycaon hala buralarda mıydı? Eğer öyleyse, belki bu sefer, onu öldürmenin zevkini tadabilirdi Sanguis. Cesedi ayaklarının dibinde yatarken Lycaon’un ölümün dokunuşuyla çarpılmış olan yüzüne bakıp gülümsediğini düşündü. O zaman belki yıllardır içinde olan rahatsızlık giderdi. Çakan bir şimşek ile yerin ayakları altında sarsıldığını hissetti Sanguis. Yeryüzü bu haliyle onun duygularına eşlik etmek ister gibiydi sanki.
Hava iyiden iyiye fırtınaya dönüşürken vahşi rüzgâr Sanguis’in zaten sırılsıklam olmuş pelerinini savuruyordu. Zaten nereye gittiğini bilmeyen ayakları yavaşladı, yavaşladı ve sonunda durdu. Hızlı sağanağın altında yanındaki ulu ağaca döndü. Belki de yıllar önce bir başka nedenle aynı ağacın önünde durmuştu, kim bilir? İçindeki kin hala oradaydı, öfke de. Eski hayatına neden dönmüştü ki? İnsanlara emir verip, korkulmaktan hoşlandığından mıydı? Belki içindeki durmak bilmez intikam duygusundandı. Her nedense, artık anlamsızdı. Aniden, fırtınanın alışagelmiş seslerinden farklı bir şey duydu gecenin içinde. Bir hışırtı. Belki de bir hayvan. Ya da avlanmaya çıkmış eski sürüsündeki vampirlerden biri. Ne de olsa bir süredir Nex Furvus’ın sınırları içerisindeydi. İri cüssesiyle kabardı ve gerekirse oradaki her kimse üzerine atlamaya hazırlandı.
Bu karanlık ormanın içinde yürürken duygularının var olup olmadığını tartıyordu Sanguis. Zira geri dönmek, tanıdığı bir zamanlar lideri olduğu kişileri tekrar görmek demekti. Çoğu, hatta bir iki kişi haricinde hepsinin ne düşündüğünü zerre kadar dahi önemsemese dahi o birkaç kişi zorluk çıkartabilirdi. Mesela Pulcher… Dişi vampirin aklına gelmesiyle ensesindeki tüylerin diken diken olduğunu hissedebiliyordu. Pulcher’in, Nex Furvus’taki bütün erkek vampirlerin –ve kurtadamların- içini garip yapacak bir güzelliği vardı. Ve o güzelliğinin yanında da, zekâsı. Ancak bu Sanguis için çok iyi bir birleşim değildi görünüşe göre. Birkaç yıl önce olanların onu nasıl bir anda duygularının kendisini yönetmesine izin veren aptal bir insan gibi davranmaya ittiğini hatırladı. Sonra tekrar, sanki üzerinden hiç zaman geçmemişçesine taze öfke doldurdu Sanguis’in zihnini. Pulcher ve Lycaon, elbette. Acaba Lycaon hala buralarda mıydı? Eğer öyleyse, belki bu sefer, onu öldürmenin zevkini tadabilirdi Sanguis. Cesedi ayaklarının dibinde yatarken Lycaon’un ölümün dokunuşuyla çarpılmış olan yüzüne bakıp gülümsediğini düşündü. O zaman belki yıllardır içinde olan rahatsızlık giderdi. Çakan bir şimşek ile yerin ayakları altında sarsıldığını hissetti Sanguis. Yeryüzü bu haliyle onun duygularına eşlik etmek ister gibiydi sanki.
Hava iyiden iyiye fırtınaya dönüşürken vahşi rüzgâr Sanguis’in zaten sırılsıklam olmuş pelerinini savuruyordu. Zaten nereye gittiğini bilmeyen ayakları yavaşladı, yavaşladı ve sonunda durdu. Hızlı sağanağın altında yanındaki ulu ağaca döndü. Belki de yıllar önce bir başka nedenle aynı ağacın önünde durmuştu, kim bilir? İçindeki kin hala oradaydı, öfke de. Eski hayatına neden dönmüştü ki? İnsanlara emir verip, korkulmaktan hoşlandığından mıydı? Belki içindeki durmak bilmez intikam duygusundandı. Her nedense, artık anlamsızdı. Aniden, fırtınanın alışagelmiş seslerinden farklı bir şey duydu gecenin içinde. Bir hışırtı. Belki de bir hayvan. Ya da avlanmaya çıkmış eski sürüsündeki vampirlerden biri. Ne de olsa bir süredir Nex Furvus’ın sınırları içerisindeydi. İri cüssesiyle kabardı ve gerekirse oradaki her kimse üzerine atlamaya hazırlandı.