Post by Dünya Valdeuk on Jul 6, 2011 20:42:33 GMT 3
Kurgu - I
Ağırbaşlı adam, ona güven verici bir eda ile bakan profesörün bakışlarına karşılık vermeye çalıştıysa da başarılı olamadı ve endişeli bir nefesle ciğerlerine klinik kokuyu doldurdu. Bakışları sessiz bir kabullenişle sağ kolundaki iğnenin ucundan çıkan beyaz hortumlara kaydı gayriihtiyarî. Hiç olmadığı kadar halsizdi. Kaslı kollarında güç kalmamış, düşünmek bile zor gelmeye başlamıştı. Göz kapaklarının ağırlaştığı hissini kovmak istermişçesine başını salladı ve buğulu düşüncelerine netlik kazandırmaya çalıştı. 'Sakinleştirici etkisini gösteriyor olmalı.' Profesörün hırıltılı ve derin sesi, her türlü mikrop ve zararlı organizmadan arındırılmış olan odada çınladı. Odanın tavanından sarkan mavimtrak ışığın hafif salınımı, içeride garip gölgelerin oluşmasına sebep oluyordu. 'Endişelenmene gerek yok, her şey yolunda gidecek.' Adamın bakışları tekrar yükseldi ve profesörün gözlerine kilitlendi. Profesör, bu boş, anlamsız ve kırılgan bir kederle süslenmiş gözlerin içinde kayboluyor, sonsuz bir karanlık adeta onu yutuyordu. Bedenini delip geçen ve odanın duvarına kadar ulaşan bakışlara karşılık vermekte zorlanarak yavaşça geri çekildi ve her şeyin doğru olup olmadığını kontrol etmek için cihazlarının yanına doğru ilerledi. 'Deneyin amacı nedir, Profesör?' Adamın sesi ne titredi, ne de bariz bir heyecanla yükseldi. Düz, net ve ruhsuz kelimeler havaya dağılırken, profesör bu duruma alışkın bir eda ile ona sırtı dönük olan deneğine kısa bir bakış attı ve işine devam etti. 'Daha önce de söylediğim gibi, basit bir test. Kanına, beyin hücrelerini uyaracak bir madde vereceğiz ve belirtileri not edeceğiz. Sonra da paranı alıp, biraz önce girdiğin şu kapıdan eskisi gibi çıkıp gideceksin.' Boğazını temizlemek için kısa bir duraklamayla sustu. 'Belirtiler, önceki birkaç denekte gözlemlediğimize göre, fiziksel ve istemdışı hareketlerle sınırlı. Fakat yine de soracağım, bir ailen, bir kızın veya oğlun yok, değil mi?' Kaşları merak ve ciddiyetle çatılmış, gözlerinde biraz önce olmayan bir parlaklık belirmişti. Sanki, bir insan bedenini amaçları uğruna feda etmekten çekinmiyor, acımasızca bunu istiyormuş gibiydi.
Adamın cevabı kısa ve net oldu: 'Hayır, yok.'
Profesör onaylar biçimde başını salladıktan sonra son bir kez bilgisayar ekranına baktı. Ardından deneğinin yanına doğru ilerledi ve ifadesiz bir yüzle onu süzdü. 'Biz gördüğün şu camın arkasından seni izliyor olacağız. Kısa bir süre sonra tekrar görüşeceğiz, şimdilik hoşçakal.' Gülümsedi ve odanın kapısına doğru yöneldi. Deneğe son bir bakış attıktan sonra, gözlerinde yalanlarının parıltısı, kolu çevirdi ve dışarı çıktı. Kapı sessizce kapanırken, profesör camın arkasından operasyonu izleyeceği yere doğru ilerledi ve bir kapıdan daha geçtikten sonra, iki asistanının onu beklediği yere geldi. İkisinin bakışları altında kollarını göğsü üzerinde kavuşturdu. Gerçeğin sadece bir kısmını açıklamış olmaktan hiçbir rahatsızlık duymuyor, önceki üç deneğin de şu anda toprağın altında olduğunu söylemeyi unutmasını, zayıf hafızasına bağlıyor gibi görünüyordu. Kaşlarını çatarak camın ardında oturan adama baktı. Yavaşça mikrofona doğru eğildi ve düğmeye bastı. 'Lütfen uzan.' Deneği, hantal bir hareketle yatar pozisyona geçerken, gözleri hafifçe kapanmıştı. Çaresizce nefes almaya çalışıyor gibi görünüyordu. Madenlerde çalışmanın verdiği adeleli kolları metalik ışığın altında ona heybetli bir görüntü kazandırıyordu. 'Efendim, başlayalım mı?' Asistanlarına baktı ve ciddi bir ifadeyle kafasını salladı. 'Umarım bu sefer olur.' Kontrol masasında olan asistanın mırıltısı, profesörün endişelerinin tekrar canlanmasına sebep olmuştu. 'Olacak, Loren. DNA'sı basit bir insana göre daha gelişmiş ve sinir sistemi, anormal derecede hızlı çalışıyor. O kadar hızlı ki, yumruğunun geldiğini göremezdin bile. Kanı oldukça sağlıklı ve bünyesi, değişimi kabul edecek kadar dengesiz.' Çatık kaşlarının altında gölgelenmiş gözleri, bunu sadece umduğunu gösteriyordu. Bir kez daha başarısız olmak istemiyordu. 'Başlayın.' Asistan başını salladı ve parmaklarını esnetip klavyeye yaklaştı.
'Adrenalini veriyorum.' Birkaç kodun bilgisayar ekranına girildiği görüldü, odadaki cihazlardan bazıları öttüler ve madde, kana girmeye başladı. Kısa bir süre içinde, verilen adrenalin miktarının çokluğu karşısında, adamın vücudu ani bir spazmla sarsıldı. 'Kalp atışları hızlanıyor.' Profesör heyecanlanmıştı. 'Daha çok ver.' Asistan sorgulamadı, adrenalinin seviyesi giderek artarken, kalp atışlarının hızlanmaya devam ettiği açıkça görülebiliyordu. Deneğin alnında boncuk boncuk terler oluşmaya başlamıştı. Vücut, maddenin fazlasını çaresizce dışarı atmaya çabalıyordu. Adam bir kez daha sarsıldı. 'Kalp atış hızı oldukça fazla, daha fazla devam edersek ölebilir.' Profesör durmaları için herhangi bir emir vermemişti, Loren adrenalin miktarını arttırdı. Cihazlar deli gibi ötüyor, profesörse bunun farkında değilmişçesine, kendi adrenalin seviyesinin yükselmesine sebep olarak heyecanla soluyordu. 'Maddeyi verin.' Güçlü sesi kontrol odasında yankılanmıştı. 'Imosat1'i veriyorum.' Bu, ilacın ilk seviyesiydi. İlaç kana karışır karışmaz, inanılmaz bir hızla kalbe ve oradan beyne ulaşacak ve deneği öldürecekti, yapılış amacı bu olmasa da.
Fakat öyle olmamıştı, Imosat1, doğruca vücudun içinde ilerlemiş ve adamın daha güçlü bir kasılmayla olduğu yerde kıvranmasına sebep olmuştu. Adamın yüzü acıyla buruştu ve haykırdı. Kasları, boynundan dışarı fırlayacakmışçasına gerilmiş, elleri bir pençe halini almış ve yatağın kenarlarına tutunmuştu. Profesörün heyecanı giderek artıyordu, oluyordu işte! Denek birinci seviyeyi atlamıştı ve bu bir ilkti! Asistanına bir baş hareketi yapması yetmişti, yardımcıları da en az onun kadar heyecanlı görünüyordu. 'Imosat2 hazır.' Kalp atışları o kadar hızlanmıştı ki, kalbinin patlamasına az kalmıştı ve vücudundaki inanılmaz adrenalin miktarı, onu giderek sona yaklaştırıyordu. İlacın ikinci seviyesi, inanılmaz bir acı ve bükülmeyle gelmişti. Bu sefer denek haykırmadı, çığlık attı ve odanın duvarları inledi. Vücudu iflas etmek üzereydi, beyin fonksiyonlarındaki hızlanmaya rağmen vücut ölüyordu. Engellenemez bir son yaklaşmıştı artık, profesör üzüntüyle geri çekildi. Fakat pes etmemişti, en azından sonucun ne olacağını görmek istiyordu. 'Imosat3'ü ver.' İlacın üçüncü ve son aşaması... İlaç damara girerken inlemeler, çığlıklar ve haykırışlar odayı doldurdu. Deneğin eklemleri, yatağı kavramaktan bembeyaz kesilmişti ve demir, ellerinin gücüyle bükülmeye başlamıştı. Ama ölmemekte direniyordu adeta, ölmek istemiyordu! Profesörün ağzı şaşkınlık ve korkuyla açıldı, deneğin şimdiye kadar infilak etmiş veya tamamen ölmüş, masada yatıyor olması gerekirken, vücut direniyordu! 'Efendim! Deneğin vücudu ilacı kabul etti! Başardık! Başardık!' Sevinçle haykırmıştı. Tek yapmaları gereken, vücudu ve beyni savaştan sonra dinlendirmek ve sonrasında değişimi kabul eden yapıyı incelemek, örnekler almaktı. Tek yapmaları gereken buydu...
***
'Baba!' Küçük ve neşeli bir kızın sesi, kutsal bir ışıkla parlamış olan dünyanın içinde yankılanmıştı. Adam, merakla sesin kaynağını aramak için arkasını döndü ve kendisine doğru koşan, kollarını açmış küçük bir kız gördü. Kahkahası içten ve capcanlıydı, o bir babaydı. Kollarını açtı ve yere doğru eğildi, kızı koşarak kollarına atlarken gülüyor, sevginin tadını çıkarıyordu. 'Marveille, minik kuzgunum.' Siyah saçları ve kuzgun karası gözleriyle ona baktıkça, bu tatlı ve şirin kızın gerçekten de bir kuzgun olduğuna karar vermişti baba. Kız, kendisine söylenen hoşuna gitmişçesine neşeyle gülümsedi. 'Nasılsın, tatlı Marv'ım?' Kız neşesinden bir gıdım kaybetmeden kıkırdayınca, Marcus'un yüzündeki gülümseme de giderek genişledi. 'Çok iyiyim, hava ne kadar güzel, baksana.' İkisi de bakışlarını masmavi parıldayan göğe kaldırmışlar ve hafif meltemin serinletici etkisi altında, güneşin tadını çıkartmışlardı. Kızı kısa bir süre sonra kucağından indirdi ve elinden tuttu. Kız, onun sadece bir parmağını kavrayabiliyordu. Parkın taştan yolları üzerinde küçük bir gezintiye çıkmışlardı. Yanlarından geçen gezegen yerlileri, insan olduklarını anladıkları çifte tiksinerek ve iğrenerek bakarken, Marv, bunu hiç umursamıyor ve sadece babasına bakıp gülümsüyor, çoğu zaman da gördüğü çiçeklerin yanına koşuyor, onları kokluyor, saçına takıyordu. Tıpkı annesi gibi görünüyordu, güzel, neşeli ve hayat dolu. Kızın parkta oynamasını izlerken, Marcus'un gözleri duygusallıkla bir gözyaşına izin vermişti ve damlacık, yanağı üzerinde kederle parıldarken adam içinden kadere lanet etti. Marv'ın hızla koşarak yanına gelmesi üzerine hemen eliyle gözünü kuruladı ve gülümsedi, her zaman olduğu gibi sıcak ve içten. 'Baba, parktaki çocukların elbiseleri rengârenk, çok güzel.' Adamın yüzü, kederine yenik düşerek hafifçe gölgelenirken, kız tekrar konuştu saflıkla. 'Bir gün, ben de öyle güzel şeyler giyeceğim, en güzel ben olacağım baba. Bak görürsün.' Zaten en güzeli olduğunu söylemek için yüzünü elleri arasında aldı Marcus, fakat dudaklarına kırılmaz bir mühür yapışmıştı adeta. Konuşamadı. Sustu. Ne diyebilirdi ki? Onlar, insandı ve sadece oldukları şey yüzünden, asla diğerleriyle eşit fırsatlara sahip olamıyorlardı. Kızın bunu anlamasını nasıl bekleyebilirdi ki? Gözyaşlarına engel olamadı ve ağladı.
Tüm hayatı boyunca ağlamıştı.
***
Adamın vücudu öfke ve kabullenmezlikle bir kez daha kasıldı ve kalp atışları, hızla tüketilmiş olan adrenaline rağmen tekrar hızlanmaya başladı. Birbirlerine sarılmakla meşgul olan asistanların arasında, ekrandaki hareketlilik profesörün dikkatini çekmişti. Kaşları çatıldı ve gülümsemesi soldu. 'Bu da ne?' Kalp atışları büyük bir hızla ve giderek artıyordu, bu normal değildi. Başarısızlığın acı tadını aldı, deneklerini yitiriyorlardı ve bunun için yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. İki yardımcısını da kenara iteledi ve cama yaklaştı. Sıcak basmıştı, elini sallayarak serinlemeye çalıştı. Görünürde bir şey yoktu, fakat kalp atışları giderek artmaya devam ediyordu. Sıcak da artıyordu, gözleri dehşetle büyüdü. Imotes amacına ulaşmıştı, bir bedende, varolmayan bir yeteneği varetmişlerdi ve şimdi, onun gücünü görüyorlardı. Isı giderek artar ve adam bir kez daha kasılırken, profesör geriye doğru sendeledi ve duvardan destek almaya çalıştı. Asistanlar, korkuyla deneğe bakıyorlardı. 'Hayır, bu olmamalıydı!' Hava alev aldı ve bir anda, muhteşem bir ses patlamasıyla beraber lavoratuvar havaya uçtu. Üç kişi de alevler arasında can verirken, çığlık atacak kadar bile vakitleri olmamıştı.
***
Alevlerin içinde bir beden hafifçe hareket etmişti. Etrafı kaplayan moloz ve taş yığınları arasında, titreyerek doğruldu. Tedirgin bakışları çevresinde dolanırken, çıplak bedeni rüzgârla karşılaştı. Ellerini kollarının çevresine sararken korku dolu bir nefes aldı. Yavaşça ayağa kalkıp binanın harabelerinden uzaklaşmaya başlamadan önce, tek sağlam duvarın üzerinde yazan isme bakmıştı; Immolatus.
Bu, Profesör Chapell'in laboratuvarının ismiydi.
~ Kurgumuzun ilk kısmını yazan Ege'ye teşekkürü bir borç biliriz.