|
Post by Nicole Marissa Magdalene on Jun 28, 2011 12:00:57 GMT 3
Bir yolda ilerlerken hayatın ne getireceğini bilemez hale gelirsin. Öyle bir yoldur ki bu sonsuzluğun içinde ki soyutluğa merhaba dersin. "Bu ormanın içinde kaybolmak..."bile bile girdiğin bir yolda kendini atarsın da sonunda her yer kana bulanır. Ormanın karanlığı içinde kana bulanan gölgeler gibi düştüm ve sonrası bir rüya.... Bu lanet olası karanlığın içinde süs gibi duran ağaçların neresindeyim veya vücudumun kana bulanmış bu halinin her bir uzvunu neden hareket ettiremiyorum, bilmiyorum. Her şeyin sonuna gelen yolların içinde bir son yaratarak kendime teselli yollar arıyor hale geldiğimden dudağımı kıpırdatamıyorum ve bu yüzden kafamı bir taşın üstüne koyup başka diyarların ötesine geçiyorum. Fiziğin o derin anlamlarında gezinen metafiziğin derinliklerine giderken o yolda tıkanmış. Madde yoğunluğunda sıkışarak kendini bulmaya çalışan, kalbini ruhuna geçirmişcesine ilerleyen bir su gibiyim. Halsizliğimin yanı sıra elimi kaldıracak halim yok. Gözlerimi kapatamıyorum, kapatırsam gerçek hayattan koparım; fakat gözlerimi açamıyorum çünkü yanıbaşımda hiç bilmediğim bir yaratık bana o kirli nefesini üflüyor.
Korkuya yer yok, olduğum yerde çivilensemde gözlerimi kırpmadan ve bir hayalin içinde sabit bir noktaya bakmalıyım. Anlamını yitiren ne varsa belki de bu zamanın zamansızlığından anlam bulur. Hayat hiç olmadığı kadar kahredici ve kire bulanmışken, ben ışığımı kaybettim. Gözlerim açık kapalı ne farkeder. Arkama gelen bir darbe sonucu ölüme gidiyorum ve bilincim bu dünyanın diğer yarısına açılıyor. Film şeridi gibi geçen zamana engel olamadan gözlerimi kapatıyorum. Bayılmaktan korksam da o gözlere daha fazla dayanamadan başıma gelen ağır darbe sonucu... Ölüme yatıyorum. Ölüme yatmak en büyük anlam ve başka bir diyarın içinde yaptığım iyilik ve kötülük çicek tohumlarını yazıyor. Her daim her dakika her saniye veya salise de geçen zamanın ne önemi var. Sadece ben ve yokluk... İstediğim tek şey buydu belki... Yürümeye başladığım yol karanlık ve hissiz, bu yüzden en büyük anlamlar bile anlamsız kalmış. Yaşadığım onca acının boşluğa çıkımı bu ve hala her şeyin bir anlamı var. Karanlığa sürüklenmenin anlamı olur mu demeyin vardır. Her şeyde bir aydınlığa saran karanlığı görüyor musun? Yeni bir başlangıç ölüme açılan bir kol...Bu yol ki beni umutlu kılmayacak aksine ciddi olup ölümsüzlüğe adım atacağım. Şimdi gözlerimi kapatmalıyım ışıklar ve o kırmızı gözden arınarak geçmiş gelecek birbirine karışmalı...
Ne olduğunu bilmeyen bir yolda yürümeye başlar bazen insan ve o an ölüm kokar her yer... Nasıl biri olduğun ya da nereden geldiğin önemli değildir. Sadece o anda sürüklenerek bütün betimelerini bir bakışta saklayarak sonunda ona yenik düşüp göz kapaklarının ağırlaşmasıyla gözlerini yumarsın. Etrafın kan revan içinde orman karanlık ve soğuk... Ne önemi var ki her şey yok olmaya o kadar yakındı ki hissizliğin anlam bulduğu bu gezegen boşluğun dibine çekilerek bir kişiyi daha kendine kurban ediyor.
|
|
|
Post by Arceus Arceron on Jun 28, 2011 13:53:28 GMT 3
Ka’lu Bela… Yine ormanın derinliklerinde bulduğum en yüksek ağacın tepesine çıkmış, karanlığın kurduğu çilingir sofrasında yalnızlığımla karşılıklı kadeh tokuşturuyordum. Aklımda hep o aklımın arkasını araştırdığı, fiziğin ise reddetmekte üstelediği muhteşem mucize vardı. Ka’lu Bela… Ruhumun yalnızlığı, içimdeki bu bitmek bilmeyen karanlık ve kudretin verdiği eşsizlik… Acaba Ka’lü Bela’da mı bahşedilmişti ?
En son çıktığım avın üzerinden belki de 2 saat geçmişti. Gözlerimden buz sarkıklarının çıktığını ve giderek büyüdüğü hissediyordum. Dişlerim dudaklarıma geçiyor, çenem ise şeklinin tam tersini alıyor ve içeri doğru büyüyordu sanki. Yutkunmaya çalıştığım tükürük, on iki köşeli, sivri bir yıldız halini alıyor ve içerlerimi elmas tozu gibi parçalayarak iniyordu. Artık tükettiğim taze sıcak kanlarda bana ve kudretime aynı hazzı veriyordu. Belki de bu hazzın arkasına dayanarak, ya da bu olguları aştığımı düşünerek ayakta duruyordum Kudretin Efendisi vasfıyla. O yüce rütbe ile. Yine yuvamdaydım. Karanlığın ve yalnızlığın olduğu, ay ışığının ulaştığı en net yerde. Bu yalnızlık, aykırı olarak yaşadığım tüm bu duygular tırnaklarımdan bedenimin her zerresine doluşuyor ve gözlerimdeki buz sarkıklarını bir anda bertaraf ediyordu. Haykırmaya başladım ! Çılgınca ! Ama istekli! Sebepsiz! Ama anlamlı! Yetersiz! Ama Kudretimin yettiğince! Oturduğum dalı tuttuğum gibi gözümün gördüğü en karanlık ve en son derinliğe atıvermek ve üstünde oturduğum yavruyu toprak anasından ayırmak istiyordum! Savrulmak! Savrulmak! Ve savrulmak! Anımsamak istemiyordum! Uçmak! Zıplamak! Koşmak! Ve anı yaşamak! Sadece O anı yaşamak isteyen bir vampir oluyordum an ve an!
Koşmaya başladım! Artık zaten ihtiyaç duymadığım oksijene hiç değer vermiyordu çalışmayan ciğerlerim. O anlamı anlamsızlıkla boğmuştum zaten. Bu gecenin nerede biteceği nasıl biteceği umurumda bile değildi. Gurur ve kibirden tenzih edilmiş bu görkemli yaratık Ka’lu Bela’nın peşine yeniden düşecekti, düşmek için bir neden arayacaktı! Belki de bulmuştu ? Belki de çok yakındı ? Ama sorularına ay ışığıyla birlikte karlar üzerine dökülmüş mürekkebi andıran boş bulutlar cevap veremiyordu! ‘’ Sizde önümde duramayacaksınız ey Anlamsızlar ! ‘’ diye kükredim onlara. Yine cesurdum! Her hayatı sonlanacak canlıya meydan okuyordum! Gözümü yeni bir zifiriye diktim. Hoş bir koku saçılıyordu. Bir dişi. Dişi kanı. Gözlerimi çevirmeye yetmişti. Oraya doğru havalanmak ve fiziği bir kez daha hem aklımla hem de bedenimle alt etmek için bu dondurulmuş et parçasından olma bedenimi Ka’lu Bela’dan buraya gönderilmeme sebep olan, ham maddem olan topraktan çekiyordum. Bir orduyu mızrak ve kalkanıyla karşılayan Pegasus’un üstündeki Herkül’den daha güçlü ve kudretli, İskender’den daha engin, Nuh’tan daha yüksekteydim! Düşeceğim yeri biliyordum. Yine Azazel’in yanına düşecek ve bir kez daha Azazel’in ateşlerini görkemim ve kudretimle karşılayacaktım. O’nun ateşlerden olma krallığı Cehenneme, kudret ve görkem donanmamla saldıracak ve bir kez daha bozuna uğratacağıma emin, gözlerimi yalnızca, bilinçaltımda imaje ederek birden kıpkırmızı bir enerjiyle aydınlattığım ve cehenneme Azazel’in zebanileriyle göğüs göğüse çarpışmaya gidiyorum '' Ey Azabın Efendisi! Sonsuzluğundan zerre bahşetmiş yaratcımın ilahı sancağıyla geliyorum! ''
|
|
|
Post by Nicole Marissa Magdalene on Jun 28, 2011 14:18:22 GMT 3
Ellerimden yıldızlar düşüyor, kaybediyorum bana ait ne varsa... Gözlerim kapalı bir başka dünyanın soğukluğuna gidiyorum. Her yanım ölümün o kasveti içine girmeye hazır duruyor. O kadar derinlikli ki nereye gideceğini bilemeyen bir beden... Göz kapaklarım ister istemez kırpıyorum. Çünkü soğuk bir rüzgar üzerime doğru geliyor. Nefesi sıcak ne olduğunu anlamya çalışıyorum. Bir müzik akıyor arkadan "Ne anlamlı" diyorum. "Ne manalı nerelere gidiyor bu yol hangi karanlığı aydınlık yapmak ve onun içindeki inci tanesini keşfetmek yatıyor." Savaş! Şu an tek gördüğüm bu kanlar benim kan kaybımın dışında ve karşı karşıya kalmı daha da fazla bir hale geliyor ve etrafa bulandıkça bulanıyor.
Bu bir rüya mı rüya olmalı, gözlerimi açamayacak kadar halsizim çünkü, ellerim sıcaklığın içine girmiş ve toprağın içindeki güneşi hissediyor. Ne güneşi gecedeyiz. Öylese bu ne aydınlık bir yandan doğurduğun dolunayın ulayan yüce kurtları gibi yalnızız işte bir başına... Kendi içinde bir hayal diyarı bu evet daha öte gidemez. Sadece bilmek istediğim şu "Hangi yol aydınlık!" Hepsi birbirine benzeyen anlamsız yolların içindeyiz ve sürükleniyoruz. Ellerimiz hiç bu kadar üşümemişti. Gökyüzüne bakıyorum yıldızlar üzerime yağıyor sanki... Bir nefes hissediyorum onun olduğu yöne dönmeme kalmadan beni etkisiz hale mi getiriyor. Bu sarhoşlukta nereden geliyor.
Kan kokuyor her yan ve ben dayanamam, babamın ölümünü gözlerimin önünde gördüğümden beri... Ne kadar kabul etmeselerde acılardan geliyoruz gördüğünüz gibi ellerimizden yıldızları düşürüp kalbimize akıtıyoruz; gökyüzünün anlamı içinde yatan siyah inciler ve gözler hiç bu kadar anlamsızlığın içinde anlama yatmamıştı. Ne farkeder hayat akıp giderken ben gözlerimi kapatmaya engel olamıyorum ve bu sefer güven veren kollara mı yatıyorum. Belki de bu bir Azrail! Gel al beni demiştim. Sesimi duymuş olmalı...
Beni bu hayattan kurtaracak ölümün ölümsüziüğüyle hayatta yeniden başka bir yerden adım atacağım ve o an benlikten çıkarak yeni bir ben olup bana hayatımı zehr eden herkese kan kusturacağım. Bu kadar anlamlı, sakin ve bir o kadar soğuk... Işık geliyor, karanlıkta olsa içine alıyor beni ve ben onun zevkini iliklerimde hissetmeye başladığımda yeni bir Nicole gelecek... Hiç bilinmeyen gözleri açık mavi; ama bir o kadar da koyuya çalan siyah karanlıkları bütünleştirip yarınlara taşıyarak anlamlı kılan... şimdi uyuyorum. Önemi var mı? Nerede olduğumun ya da yasaklara adım atarak diğer herkesin beni kınayacağının... Tek önemli olan bu yıldızların altında ki yalnızlık dolu yağan ışık hızında görünüp kaybolan yağmur...
|
|
|
Post by Arceus Arceron on Jun 28, 2011 17:01:16 GMT 3
Aşağıya baktığımda, orman gibi kaplumbağa kabuğu gibiydi. Birden zihnimde Cehennem’in Kapısı olarak imaje ettiğim o lav rengi ışık hüzmesini kaybettiğimi zannetmiştim. Savaşa ve yenilgisine kendini hazırlarken ve bunun için adeta bir bayram sevinci yaşamaya çalışması Azazel’in ve zebanilerinin ihtişam anlayışıydı. Çoktan hazırdı. Beyaz ya da siyah bayrağı çekecekti göndere. Binlerce kez lanet edecektiyse de bu işin sonu değişmeyecekti. Hep var olduğu zannedilen kırmızı suratı ve uzun keçi sakalından tutup yerlerde sürüye sürüye Azazel’i Kudretim’in uzandığı bütün delhizlerde gezdirecektim. Gözlerimi kapattım. Kudret ve Kuvvet’in ilahi ışıltılarının yüzümde simetrik bir harita çizmesini bekliyordum. Kirpiklerimden bu ilahi ışıltılardan fışkıran o başı boş kıvılcımların neden olduğu uhrevi bir ateşle tutuştuğumu hissettiğim anda gözlerimi açtım. Biliyordum ki böyle anlarda gözlerimin rengi beyaza döner ve etrafında kapkara bir çember piyasaya çıkardı! Göz bebeklerimde bu ani yorozlar başı boş ama sistemli bir şekilde dans etmeye başlarlardı! Maddi ve manevi anlamda aralarında elektronik, manyetik ve duygusal bir etkileşim meydana gelir ve birikmeye başlardı! Başlamıştı da ! Doyumsuzluğuna doğur çekerken karanlık ve kudret, ben yüzümdeki çizdikleri bir nevi kaderimi yansıtan o muhteşem haritanın şevk ve keyfiyle kendimden geçmiştim artık! Dişlerimle, Kudret ve Görkemimle gövde gösterisi yapmanın tam sırasıydı! Dişlerimi hepsini loch ness canavarı tek lokmada gibi yutacakmış gibi göründüğüme emindim. Dişlerim içlerinde çelik, titanyum ve admantinum alaşımlı bir madde saklayan buz sarkıkları gibiydi! Gümüş için çok parlak, beyaz içinse çok aydınlıktı! Suratım bir aslanın ki gibi gerilmişti. Uzun saçlarım arkamda aslanları tamamlayan vazgeçilmez eksiklikleri söz konusu bile olmayan yeleler gibiydi. Artık kudret yorozcukları ağzım ve dişlerimden de döklüyordu! ‘’ İşte! İşte Azazel! Buradayım! Senin için geldim! Ve seni almadan gitmeyeceğim!’’ Bütün hışmımla, o anda her şeye olan kahrım, yalnızlığım, karanlığım, kin ve nefretim şakaklarımda katlanarak toplanıyordu! Bir yığıntı etkisi ve tepkisiyle patlaması yaşanacaktı! Cehennem’in Kapısı’na gelmeden sıcaklığını yüzümde hissediyordum. Evet, çok sıcaktı ve buram buram dişi bir yaratığın kanıyla boyanmıştı. Beni bekliyordum. İçime çektiğimde bu kez ciğerlerimi seviyordum! Çünkü o nezlimde değersiz olan iki organcık artık o dişinin kanıyla kudretimi biliyorken, bedenimin üzerinde ise muhteşem bir irade ve konsantrasyon sağlıyordu. Bu muhteşem madde de beni istiyordu! ‘’Gel! Gel Kudretlilerin Lordu!’’ diyordu. Daha fazla içime çekmeli ve hapsetmeliydim! Cehennem Kapısı’na yaklaştıkça nefes alışlarım hızlanıyor, artıyor! Hatta gittikçe desibel kazanıyordu! Artık bir hırıltıdan ve gürlemeden çok öndeydi! Ulumakta değil hayır! Yalnızca köpekler ulur! Ama Kudretin Efendisi! Bir köpeğin tüm özelliklerinden de tenzih edilmişti! Kükremekten çok daha yüce ve onurluydu bu! Haykırmak ? Delilik olur haykırma bir vasıf yüklenmesi! Bu bir onur gösterisiydi! İlahi, maddi ve manevi tüm değerlerin bu muhteşem sesle birlikte ihtişamlı sevişmesi! Evet! Evet! Bu en ihtişamlı sevişmeydi! En kutsal! En kıymetli sevişmelerden biriydi! Ta kendisiydi!
‘’ Kudretimin kurbanısın Azazel! Ve yakında onuruma yalvaracak, ihtişamımın gölgesini köşe bucak arayacaksın!’’ Artık Cehennem kapısından geçmiştim. Cehennem Kapısı’nda yanan, kor olan her parça sönmüştü utancından. Baş kaldırıp karşı koydukları şeyin, gökten indirildiğini anlamıştı ateş bile. Ve dayanamayıp sönüvermişti artık. Birden bire… Hayır! Bu … Bu nasıl olur ? Her şey giyotinle birbirinden ayrılmış, bir gövde ile baş gibi göz açıp kapama hatta ışık hızıyla biti vermişti. Cehennem Kapısı yok olmuştu. Azazel kaçmıştı. Her şey ama her şey, gözüme inen perdenin arkasında sanki Cebrail bedenime girip, oracıkta bitivermiş gibi, o perdenin arkasında ki göz olmuş, yerde bir ağaç kütüğü gibi yatan bu dişinin acınası halini zihnime mıhlamıştı. O mıha her vuruşunda beynimde şimşekler çakıyordu. Biraz daha derine girmişti. Ve biraz daha. Vücudum da binlerce, trilyonlarca voltajlık bir elektrik akımı dolaşıyordu. Bir kız… Evet bunda yanılmamıştı. Üzerinde sadece birkaç toz bezi olarak kullanılabilecek hale gelmiş kumaş parçası dışında hiçbir şey yoktu. Öylece yatmış, bilinçsizce inliyor ve karanlıkta teni balık pulu gibi parlıyordu. Kanı ay ışığında nar tanelerini, kırmızı bir yakutu andırıyordu. Üzerinde doğru yürürken ayaklarımı, burunları çapraz gelecek şekilde ağır ağır yere basıyordum. Temkinli olmalıydım. Havada kalmış kokuya göre yaklaşık olarak 10 dakika kadar önce buradan ayrılmıştı 3 erkek. Nazikçe, bu ismini henüz bilmediğim ve başına ne geldiği konusunda yeteneklerime ve burnuma güvendiği zavallı kız. Ama kanı… Bu gözümde binlerce sandık dolusu zümrüt ile eşdeğer bu muhteşem yapı. Vücudumdan çekilip, tenzih edildiğim ölümün en gerçekçi ve en geçerli ipliği… Altından yapılma asma kilidi…
Bana yakışmazdı böyle bir canlının canlılığına son vermek… İğrenç ve midesizlik olurdu. Kanla süslenmiş kar gibi göğüsleri, özellikte kasık bölgesine yoğunlaşan kan bulaşmış, uzun bacakları sağa ve sola bir birinden ayrı şekilde iki pürüzsüz çita gibiydi. Fakat böyle bir güzelliğe bu vahşeti kimle neden yapmak istemişti ? Yaklaşmaya devam ediyordum. Bu sırada aklıma benim mahvettiğim ve vahşetime kurban olan, arsızlık yaparak sürekli bilinçaltımda yakamozlaşan güzellikler… Burjuva ateşine tutarak enginliğimde boğduğum güzellikler. Azazel kaçmıştı belki ama savaşın hala sürdüğünü hissediyordum. Kendimde çelişki de kalacak bir durum yoktu! İlahı sancağını çoktan sökülmüş ve yerinde koca bir kara delik kalmış olan kalbinin en huzurlu ve en güzel bahçesinde dalgalandırıyordu. ‘’ Sen masumiyetliğe olan inancımın simgesi olacaksın! Karanlığın boğduğu esaret… Karanlık ve yaratıcımız hep bizimledir!’’ bu sözleri sarf ederken güzel kız hala inliyor ve kesik kesik yutkunmaya çalışıyordu. Kollarına almak için yaklaştığı sırada kanında bir kirlilik farketmişti. Hem fiziken hem de madden olan bu kirliliği sezdiğinde gözlerini uzun süre açmayacak şekilde kapattı. Gözlerinden düşecek buzul kütlelerine engel olmaya çalışsa da , gözleri ona bir şelale merasimi düzenliyordu. Sırtından siyah deri paltosunu çıkarıp bu masum kızın güzel bedenine örttü. Gözlerini adalet ve onurun kudretini tekrar hakim kılacağı dünyayı bu zaman diliminde aya dikerek ve o muhteşem gözleri alevlendirerek haykırıyordu. ‘’ Sende! Sende Şahitsin! Ve sende önümde çökeceksin!’’
|
|
|
Post by Nicole Marissa Magdalene on Jun 28, 2011 18:06:54 GMT 3
Sessizlik hep kötülük tohumlarını getirir. Her şeyin bir anlamında yiten bedenin hiçbir önemi kalmayacaktır. Her kar tanesinde yere düşen karlar bitime gelince yeni bir başlangıç doğuracaktır. Ağaçlar karanlığa alet olmuşcasına el sallıyorlar. Bilinci kapalı olan birine yapılan her şeyin bir sonu vardır. Belli belirsiz bir görünüm var; ama en çok görünen siyah kana bulanmış gözler... Yüzler silik ve her daim çoğalan kahkaların sonunda hazza ulaşmış yabancılar... Bedeninin saflığından olmuş biri artık yaşamak ister mi? O masumca uyuyor, her şeyden habersiz kalkınca ya hepsi bir rüyaymış anlayacak ve birine ağlayacak ya da zaten ölümü taşıdığı ensesine bir ölüm daha koyacaktı. Kayıba uğramış çocuklar ne yöne gittiğini önemsemez. Öyle bir yola girer ki ne yapacağını bilemezsin. Kalksan seni daha da fena hale getirecekler. Görürken görmezden gelmek... Bir yandan yaşadığı onca şeye rağmen bir anlam bulmaya çalışmak... Kulağına çınlanan seslerin büyüklüğü ve hırıldayan ağızlar... Hepsi ardı ardına üstünde tepiniyor, o varla yok arasında ruhunu alamadılar ki bedenine sahip olmaları sadece bir anlık haz değil mi? Kalbine ulaşan bir kişi vardı. Aşk onda imkansız olmalıydı sevgiyi seviyordu ve yazdığı ya da yaşadığı ne varsa onun içinde ve gözlerinde saklıydı. Şimdi sadece bekliyordu, olduğu yerde başına gelenleri bilir halde olsa da nefesi kesilmişti ve bir ölü gibi tacize uğramıştı. Narinliğini elinden alarak onu cehennem'in asilzadelerinden biri haline getiriyorlardı. İntikam, her yerde onun kokusu ve biliyorum ki ben burada bitmeyeceğim.
Yaşlar gözlerini temizliyor, diğer her yanı kana bulanmış. Elini kaldırmaya çalışıyor, paramparça olmuş kıyafetleri... Çırılçıplak orman soğukluğunu tüm gücüyle üstünde hissettiriyor o anı silip atabilecek gibi; ama hiçbir şeyin gittiği yok gözyaşları yanaklarında donuyor. Hiç kimse görmüyor mu sadece kendine kalıyor. Uyku birazcık uyku... Bu soğukta ellerini Azrail'e de açmaya razı, ölümü düşlüyor. Yok olmamalı... Ne kadar çabuk pes edersem o kadar çabuk sönerim. Sönmek yok beni kendi elleriyle çamura bulayanlar bunun bedelini ödeyecek. Hem onu biri kurtarmadı mı ellerinden almadı mı? Yoksa bu bir ilüzyon mu? Beyni ona oyun oynuyorsa esasen şu an nerede? Tanımlamalar birbirine girer ve buz kesen hava daha da çok iliklerine işler... Sonra bir ses daha gelir kulaklarına hiç bilmediği ya da bilirken bilmemezliğe mi verdiği... Aşkın içinde yatan bir ışığı kaybetmişti o taa en baştan yaşadığı darpla bütün vücudu kirlenmişti. Kirlenmek dediğin içten dışadır. Dışın istediği kadar yok olsun içindeki saflık gözyaşları ve dahası yaşadığı bilinmezliğe çalan bu anların bir denize sürüklenircesine gözünde canlanıp ardına yok olması da neyi ifade ediyordu. Belli ki bir gelip giden aklı yaşadığı geçmişle yetiniyor, şu an geleceğinde ki haline gidemiyordu. Yaşamın hangi köşesindeyse bir anda üstüne örtülen siyah paltoyu hissederek ister istemez titredi. Sadece az biraz nefes alışverişleriyle hayatta olduğunu biliyorlardı belki de onu kollarına alan biri mi vardı yoksa ayağa mı kalkmıştı. An denilen zamanda sürüklenmeyi sevmese de başlamıştı ve o hayatına son verene kadar öyle gidecekti. Sonra bir an bir ses, bir uğultu... Gökyüzünü görmek istese de ona yardım ettiğini düşündüğü ya da belki de onu kendinin yapmaya giden biri kim bilebilirdi ki! Bu bir hayaldi ve hayaller sabahları bir an ki haykırış ve sonra ki ağlayışla son bulurdu... Buna inanmak istese de içinde ki soğukluk ve sıcaklık birbirine karıştığından ve suratındaki gerilmeleri hissettiği birinin yanında olmak onu geriyordu. Kimdi o? Aslında, Nicole'ü nasıl bulmuştu. Bulmasaydı ne yapacaktı. Ona ister istemez tutunmuştu ve yürümeye çalışıyorlardı. Nereye gittiklerini bilmeden sürükleniyordu. Onun güçlü yanı vardı belli ki taşıyordu kızı, zaten bütün kanıyla bedenindeki ağırlığı da kaybetmemiş miydi? Ölüm neredeydi bir el uzatarak kendinide karşısında ki adamı da bu işten kurtarabilir miydi? Hiçbir şey yoktu aslında, sadece bir hayal ve uyku her zamankinden ağır basıyor gözlerime... Sesi o kadar tedirgin ve korku doluydu ki "Artık yürüyemiyorum "dedikten hemen sonra yere yığılmıştı...
İleri zamanlara gelerek bugünü görmeyi istemek, kara yosunlara bezenmiş bir pardösüyle yattığı yere baktı. Neredeydi. Bir mağara ya da içten dışa mağara süsü verilmiş bir ev ya da şato... Bilincinin yerine geldiğini anlayan ve onun kokusundan tanımışcasına yanına aniden beliren biri vardı. Ani olan her şeye alışıktı; fakat bu baş ağrısıyla çığlık çığlığa kalması gayet doğaldı. Gözleri siyaha bürünen ve neden bu kadar koyu olduğundan şüphe ettiğim uzun saçlı bir adam... Dişleriyle gülümsediğinde her şeyin çok farklı bir yöne kayacağını anladım ve korkumu içime çekerek "Burası neresi ve ben bana ne oldu? Söyle bana ve biliyor musun, bildiğim tanımlamalardan değil bu hayat ve sen bildiğim gibi biri değilsin. Beni kaçırdın mı?" susmayı seven gözlerle kızı baştan aşağı inceleyen adama baktı. Madem susmaya razıydı o da içindeki şeytana merhaba demek zorunda kalırdı. Hiçbir şey demeden yan köşede duran bir tişörtü ve pantolunu üstüne geçirdi. Susunca sessizlik ve gözler konuşuyor gibiydi. Anlatmaya bir yerden başlayacağını düşündü. Saldıracak biri olsa çoktan ölmüş olurdu hem ne diye buraya kadar getirmişti ki! Onu hapsetmek istese elleri kolları bağlı olurdu, bunlar olmadığına göre adam kendi yalnızlığıyla kavrulup onu rastgele gören biriydi; fakat gözleri neden bir an küçülüp sonra da büyüyordu. Işığın az olmasına rağmen karanlığa dönüyordu. Anlam veremediği bir sürü soru ve kendi içindeki sessizliğine gömülerek adamdan korkmadığını onun gözlerinin içine dik dik bakarak gösteriyordu, bu ona yeterdi. Mavi gözleri bitkin ve şişmiş olsa bile inatçılığı üzerindeydi. Kanayan yaraları eskisinden daha iyi gibiydi. Anlam veremedi bir hastaneye bile gitmeden iyileşmeyi becermek... Bu adam bir ermiş miydi? Belki de bir iksir vardır. Parfümlerde olduğu gibi zehirli olanı içirdiyse o an çoktan gözlerini yumması lazımdı; ama şimdi yaşıyordu ve adamın suratına dikkatlice süzerek "Bana ne olduğunu anlat yoksa bu sessizlik seni de beni de öldürür" diyordu sanki... Sessizlikte konuşmak ve karşındakiyle empati kurmak... Bu en yalnızından tutunda en canlısına kadar herkes için yapabildiği tek şeydi.
|
|
|
Post by Arceus Arceron on Jun 30, 2011 17:33:48 GMT 3
Çocukluğum zihnimde netleşip bulanıyordu… Çoğu parçası kanepelerin altında kaybolmuş, eve gelen yaramaz komşu çocuklarının dağıtıp parçaladıkları, eksik parçalı puzzle gibi… Eksik parçalar dışında her şey tamam… Fakat eksik parçaların bulunmasından da ümit kesildiğinden, boş kalan kısımlar delinmiş, parçalanmış ve kesilmiş… Bakıldığında arkadaşında yatan gerçek dünya görünüyordu. Çoğu zaman parmağımı sokup yokluyordum böyle durumlarda… Hiçbir şeye ulaşamadığımda sinirlenip birkaç parçada ben yok ediyordum. Ama bu kızın gözlerine bakana dek, yırttığım her yeri ip sararak onarmam gerekeceğini anlamamıştım. Bu kız… Belki de yıllardır peşine düştüğüm, Ka’lü Bela’da yanımdaydı… O da benim yanımda saf tutmuş mudur ? Belki de yaratıcım beni bu masum yaratığı korumak için göndermişti, kazmayı toprağa her vurduğumda yüzüme acı, çile, ızdırap fışkırtan dünyaya…
Bir cevap bekliyordu benden. Bakışlarının içinde yatan, ışıltılı, elleri bağlı bir esir vardı. Vereceğim her cevap, ağzımdan dökülecek her kelime ellerinde ki iplere, vücudunun yekpare tümüne vurulmuş prangaları parçalayacaktı. Söze nasıl başlayacağımı bilmiyordum. Dişlerimi gıcırdatıp, sağ elimin baş ve işaret parmağını birbirine sürterek, gözlerimi bu zavallı kızın bakışlarına dikerek odada volta atıyor ve bu küçüğe güven vermeye çalışıyordum… ‘’ Küçük, bazen hayat bir yol gibidir. Bu yolda gideceğimiz, varacağımız menzile doğru yol almışken, en çok güvendiğimiz yol tabelaları, dışardaki üçüncü şahıslar tarafından değiştirilmiştir. Biz bu yön tabelalarına güvenerek istemeden yolumuzu değiştirmiş oluruz. Kimi zaman bir uçurum kenarında buluruz kendimizi, kimi zaman ise çıkmaz bir sokakta. Bazen hain bir pusuya düşeriz, bazen yerlerde sürüklenir, taşlanır ve yumruklanırız bu yollarda. Ama bil ki küçük, bu yolda elimizde yalnızca yalnızlığımız kalır. Duyduğumuz kin! Nefret! İntikam! Yaşama arzusu! Hırs! Azim! Odaklanma yitisi!’’ Bu cümleleri ben sarf ederken ürkek yavru dikenlerini biraz daha indirmiş gibiydi. Fakat hala tetikteydi… Yanlış bir teşhisle elimden kaçmasını ve karanlıkta koşarken önünü görmeyerek başka bir bataklığa batmasını ve hatta bu kez çıkamamasını istemiyordum. Asıl ve mühim olan zaten ona kendini, benliğini kaybettirmemekti ve kaybetmek üzereydi. ‘’ Ah küçük! İnan bana bunlar tatlı duygular. Varoluşun ta kendisi… Tek amacı, tek gayesi. İnan bana küçük, ben nefrete, kine, hırsa, yalnızlığa, sevgiden, zamandan ve toz pembe hayallerden daha çok güvenirim. Çünkü bu duygular bizleri amaçlarına götürür. Alıkoyma geri çevirme, pişmanlık yitilerinden alıkoyar bizleri. Peki Küçük sen.. Sen Kal’ü Bela’ya inanır mısın ? ‘’
|
|
|
Post by Nicole Marissa Magdalene on Jun 30, 2011 18:07:21 GMT 3
Bir parça umut verilmeliydi ona buna o kadar açtı ki! Olan olmuştu belki de kin ve nefret neye yarardı. Kendi çelişkisinde uzun bir yol ve önünde sürekli bir ileri bir geri volta adan adam.... Gözlerinin içine baktıktan sonraki tedirginliği anlasa da bir yerden bir koruma iç güdüsü seziyordu. "Anlamıyorum anlattıkların anlatamadıkların mı?" hepsi iyiliğin kötülüğüne bürünmüş olan yolda her yerinin sızım sızım sızlaması neye delaletti. Gözleri yanıyordu kendini çok zorlamıştı ve sonunda kapatmak zorunda kalmıştı göz kapaklarını ve adam olayları anlatmaya başlar başlamaz. O sözleri duydukça daha da yerin dibine çekiliyordu. Bataklık gelmiş beni almış, istediğim bu değil miydi? Sorular hiçbir şekilde yanıt bulmaz... Kaybolmuş bir parça ararsın herhangi bir sorudan ve cevaplar hep tek şıkka düşmek isterken parçalara dağılır. Aynı puzzlelar gibi çözemediği onca şeye rağmen bu adama güven veriyordu ki bu kadar konuşuyordu. Belki de anneannesinin dediği gibi onun yolu okula açılmayacak kadar değerliydi; fakat o hep onun kötülüğünü isterdi, peki yaa bu adam... Hiç tanımadan evine aldığı kıza nasıl davranırdı ki ya bir köle olacaktı. Dünyanın toz bulutu oluşundan sonra kalmış mıydı böylesi... Ama adam çok şaşalı bir yerde yaşamıyordu ki aksine her yer tozlu ve isliydi.
Her yeri incelemeyi geçti ve söylediklerine konsantre olmaya çalışarak yaşadığı zamana gitti. İster istemez titriyordu. Gözlerini kapamadan o ana gitmek ve o üç yabancının üstüne saldırması.... Nasıl bir zulümdü bu, gözlerinden ister istemez yaşlar geldi... Hiçbir şey diyebilecek halde değildi. Uyumak istiyordu biraz olsun uyumakk; fakat rüyalar gene onun kabusu olabilirdi ve bu sefer gerçekleri tekrar tekrar yüzüne çarparak elektrik çarpmışa dönerek kendini kaybedebilirdi. Buradan ayrılmalı okula gitmeli, evet kaçmalı bu adama da güven olmazdı ki! İçinden söylenirken bir anda adam tekrardan konuşmaya başlamıştı. İlginç bir şey paylaşacağa benziyordu. Gözlerinde ki renk git gide daha da anlamlı bir renk alıyordu. Nicole oturduğu yerden yarı ağlamaklı ve şaşkın bir durumda adamın ağzından çıkan her söze anlam vermeye çalıştı. " Ah küçük! İnan bana bunlar tatlı duygular. Varoluşun ta kendisi… Tek amacı, tek gayesi. İnan bana küçük, ben nefrete, kine, hırsa, yalnızlığa, sevgiden, zamandan ve toz pembe hayallerden daha çok güvenirim. Çünkü bu duygular bizleri amaçlarına götürür. Alıkoyma geri çevirme, pişmanlık yitilerinden alıkoyar bizleri. Peki Küçük sen.. Sen Kal’ü Bela’ya inanır mısın ? " dediğinde ağzı bir karış açık kaldı. Neden bahsettiğini anlayamamış olsa da küçükken bir kadının ona bunu anlattığını hatırlıyordu. Anneannesinin yanından kovduğu ve belli belirsiz tehdit ettiği" Tam olarak bildiğim söylenemez... Senin gözlerinin parlaklığı bir farklı... Yüzyıllardır bu anı mı bekliyordun? Ya da ben bir rüyadayım hala değil mi? Belki de bir anda büyümüş rolü yaptığımdan oldu. Gitmeli miyim? Çok yorgunum ayrıca okulda beni beklerler, aslında şöyle bir şey var ki yaşanalası ya da hak edilesi bir yer yok hayatta... Bunu gördüm hep ve yaşadım. Ölümler gözümde canlandı ve benim tek yapabildiğim birini hayatta getirirken kendimin içler acısı bir hale gelerek gittikçe tükenerek ölmesi..." ne diyordu her şeyi açığa çıkarmanın ne anlamı vardı. Bir kere çıkmıştı ağzından ve umurunda değildi. Şimdi ona az buçuk ışık veren muma bakıyordu ve "Soğuk ve karanlık yerleri sevmeni de anlamadım, ben çocukken korkardım oysa şimdi bilmiyorum, sanırım aklım hala yerinde değil" cümlesine bir cümle daha ekleyerek sustu. Çünkü yorgundu. Yeteri kadar kan kaybetmesinin bir yanında, bir anda kendini iyi hissedip ardından kafasına bir anda saplanan ağrıyla uyarılması kesinlikle ona gelen işaretlerden biriydi; fakat umursamıyordu. Çünkü bir yola çıktı mı her şeyi anlayıp öyle giderdi.
|
|
|
Post by Arceus Arceron on Jul 4, 2011 14:29:50 GMT 3
Başına gelenleri vücudunun verdiği tepkimelerle az buçuk olsa anlayabiliyordu. Fakat bunu bana hissettirmemeye çalışıyor, acizliğinden faydalanmak isteyebileceğimi düşünüyordu. Keskin bir kir kokusu vardı. Masumluğunu her ne kadar savrulan rüzgara serpiştirse de bu kir, zihninin her ilmeğine işlenmişti. Belki ileride kafasını bir sakarlık hadisesiyle duvara çarptığında ya da eli kesilip kan aktığında, hemen gözlerinde perdeler açılacak, o kan, o kesik yarası koca bir kara delik haline gelip, bu küçük zavallı kızı yıllar önce bu ormanda yaşadığı tüm nasipsiz olayı sahnelendirecek koca bir antreye çekecekti. Ağlayacak, haykıracaktı bu acınası drama… Fakat yanında bir mendil vereni olmayacaktı! Bir omuza yorulduğunda başını koyamayacaktı ağlamaktan yorulduğuna dinlenmek için… Bu ağır fırtınadan kurtardığı gemisini onaracağı bir tersane, yanaşacağı bir liman bulamayacaktı! Güveni, kalbi değil… Ka’luBela’da benimle birlikte ayakta duran ruhu kırılmıştı…
‘’ Benden gizlemeye çalıştığın her şey bana bir ufuk çizgisi gibi derin, narin, engin ve uçsuz bir şekilde gözükür. Ve sen her ne olursa olsun o ufukta güneş gibi olacaksın! Tepede! Her şeye, herkese inat tepede pırıl pırıl parlayacaksın. Gündüzlerin olmasa da, gece, karanlığının kasvetine katsın diye ayı ışıyacaksın! Sen busun küçük… Ka’luBela’dan beri busun! Değişmeyeceksin! İzin istiyorum senden. Daha sonra seninle başımıza gelen her şeyi bir bir paylaşacağım. Fakat önce senden bu izni istiyorum. Senin, sana göre aciz, bana göre ise bu muhteşem iktidari durumundan faydalanmak gibi bir amacım olmayacak. Ben Arceus… Arceus Arceron. Kudretin ve Görkemin Lord’u … Bir vampir… Senin iktidari konumundan binlerce yılldır geçmekte olan bir göçebe gezgin. İzin ver bana … Yetilerini bana aç! Seni eğiteyim! Her şeyi gör, geçir! Bak küçük, ben bile kendimi Yalnızlıklar ve Kudretlilerin Lordu olarak nitelendirirken yalnız değildim… Değilim de! Bizim bir yaratıcımız ve yalnızlığımız var! Onlara hiç bir şey işlemez! Ne küfür! Ne inkar! Ne ihanet! Ne hakaret! Biz biriz küçük… İki farklı biriz biz… İzin ver küçüğüm… Sana her şeyi anlatayım…’’ Gözleri büyümüştü! Sürekli milimetrik hareketlerle kaçmak istiyordu. Ama terk etmek değil… Su yüzüne çıkıp bir nefes alacaktı ve tekrar dalacaktı yanımda bu karanlığa ve enginliğe ve zafere! Canı dayanmayacak gibiydi. ‘’Ama !’’ dedi içinden bu ufaklık. Bir yerlerde kendini emanet etmek için yer arıyordu bana. Çünkü yorgun ve yaralıydı. Ruhunun üzerini kazımışlardı adeta. Uygunsuz ve asılsızca. Tek bir cümle bekliyordu. Bana sarfettiği cümlelerin arasından en vurucu olanı seçmeliydim. Burada kalması ve bana babası gibi güvenmesi için. Gözünün altında göz yaşlarından kalan kırıntıların doldurduğu gözündeki yorgunluk kırışıklığı bana adeta yalvarıyordu…‘’ Seni okulda bekliyorlar. Senin de dediğin gibi merak ediyorlar… Fakat dediğin ya da zannettiğin gibi değil. Sana bunu yapanlar, geride ne bıraktıklarını görmek için maymun iştahlarıyla, senden çaldıkları her şeyden yaptıkları yahni kazanına düşmeni bekliyorlar! Merak etme küçük! Hepsi… Ama hepsi senin benimle ulaşacağın kudret ve kara merhametin gölgesinde ezilecekler ve senden af bekleyecekler! Kal küçük! Kal!''
|
|
|
Post by Nicole Marissa Magdalene on Jul 4, 2011 23:56:56 GMT 3
Her şey bir sen mi olabilir yoksa bir ben mi? Ben benliğimi neye adayacağımı bilmiyorum. Hangi yolda ilerlemeli, kendine yeni bir ışık mı bulmalı... Yoksa her şeyin önüne geçerek kaçmalı mı? Şimdi bu adamın yüzüne öyle bakıyorum. Benden bir şey bekliyor. Bilmediğim onca şey söylüyor; fakat ben zaten bilinmeyeni istiyorum. Ona güvenmeli miyim? Yoksa kaçmalı mı? Bilmiyorum, tek bildiğim şey bir umut ışığının içinde yattığım... Yaşadığım onca pisliğe rağmen gözünün renginin değişiminde ki ışık bana sevgi aşılıyor. Bunu seviyorum, ne olursa olsun gözümün önünde ölüme terkedilmiş babamın bir başka şeklini andırıyor. Sevgiye o kadar açım ki! Onun kendini tanıtmasının ardından ağzım bir karış açık ister istemez dilimden çıkan bir amaya mahkum oluyorum. Bunu anlamış gözüküyor. Benden daha fazla yaşamış, hatta benden öncesini bile görmüş. Belki de benim de bir vampir olmam lazım, buna adım atsam olur mu? Ateşe yürümek gibi olsa da kanım çekilse de korksam da ona yürümeliyim. Etraf yarı aydınlık bir karanlığa bürünüyorsa bile sen buna alışmalı ve başarmalısın... Yol ayrımı dedikleri yer bu olsa gerek...
Çemberin sonunda bir çember daha gözüktü hangi yolu seçeceksin? Kaçmayı mı kalmayı mı? Bu sırada bir cümle daha geliyor, artık daha masum ve maskesini çıkarmış bir yüzle bakıyor Arceus... Bunu görmek daha da sevindiriyor. Oysa ben bir kaybolmuşlukta yitmiştim ve bir başımaydım. Bu ayazda orada kalsam ölürdüm belliydi; ama o kurtardı ve şimdi de onun yalnızlığını sarmamı istiyor. Hiç şevkat görmemiş mi? Elleri neden bu kadar kirli... Hepsi yaptıklarından tırnaklarıyla gelmiş ve dişleriyle intikam almış onu bu hale getirenlerden... Kendini tanıtırken yaptığı görkemli edanın sonunu "Kal küçük" diye bitirmesi, beni şaşırtıyor. Herkesin bir zayıf yönü var ve işaretlerimizi elimizden bırakmak istemiyoruz. Ona daha sıkı sarılarak yanımızda olmasını istiyoruz. Bir baba şevkatı ihtiyacı olan tek şey değil miydi? Anneannesinden de kurtulur böylece... Aklından geçirdiklerinin hemen ardından konuşmaya başlamaya karar veriyor. "Sen benim kurtarıcımsın, biliyor musun? Bu hayat bana yalnızlığın çoğullukta da yattığını öğretti. Ayrıca şu da var okulda onca bekleyenim var; ama biliyorum ki hepsi anneannemi düşündüğünden öyle... Onca kayıbın ardına bir de beni kaybetmiş, ona çok olmasa bile görünüşte yıkılır gibi yapması şart... Bu gezegen ayrı bir dönem gibi anlamların içinde anlamsızlığa yatıyor. Ben korkmuyorum; fakat sen ölümsüzken benim ölümlülüğüm kalası mı? Ya beni kızın olarak yap ya da ben gideyim? Bilmem dönüşüm nasıl bir şey yaşamadım. Olsun yaşamaktan zarar çıkmak, önemli olan buraya kadar gelmekti. Belki ölebilirdim sen olmasan; ama şimdi ateşe adım atma zamanı...." Ağzından çıkanları karşısındakinin duyduğuna emin olmak istermişcesine bir kere daha süzdü adamı ve sonra ister istemez onun boynuna sarılarak uzun uzun ağlamaya başladı. "Benim babam, kendini anneannem için ölüme atmışken ben yalnızlığından seni kurtarmak için ölümsüzlüğe atılsam ne farkeder?"diyerek cümlesini noktalandırdı.
|
|
|
Post by Arceus Arceron on Jul 5, 2011 13:33:12 GMT 3
Bu zayıf kız... Mağduriyetin doğurduğu dramın kundaklayıp sardığı, acı kaderin sütüyle beslendiği bu kız. O boynumda ağlarken artık zamanda onun için önemsizleşiyordu. Kokusu benimkine benzemeye başlamış ve vücudundaki damarların vazifesi yitirdiğini artık solmuş bedeninden farketmemişti. Üç koca gündür, hareketsizce içine atılmak istediği bu ateşte yatıyor, yanıyordu. zaman bir ilaç değil... Olmayacaktı... Zaman kendince durdurulamaz, ger, alınamazlığını ilan ederken, nasipsizlerin yazdığı, vasıfsız bir lugatta eş değer anlamının en kıymetli olduğunu zannederek kibirlenecekti; lakin bizim için o değere, kıdem ve rütbeye ulaşamayacaktı, aksine değerini gittikçe yitirekcekti. Var olmayan; ama üzerinde var zannetiği, enginliğinde boğulacaktı. Uçsuz deniliyor değildi. Uçsuzluğunun başından binlerce yıl önce yakılmıştı ve o lugattaki anlamını hayatındaki diğer nasipsizlere nafaka olarak dağıttı. Madeni değil taş! Taştan değil pislikten olma; bozuk para yığını gibiydi. Bu genç kızı bulduğum zaman üzerinde kıyafetlerinde kalmış, birkaç yırtık paçavra bile daha değerli! Bu paçavra zaman ile gözlüklerimizin tozunu silecek ve önümüzü daha net görecektik. Üzerine konmuş bütün pembe hayalleri sıyıracaktık. Hayal limanından demir alalı uzun süre olmuştu benim için; ama bu badem kabuğundan olma gemimi mağdur ufaklığıda kabul etmiştim. En gerçek sırlarda, en gerçek fırtınaları devirecektik. "Bak küçük gözlerini kapat ve alveollerini son kez yırtmaya çalış! Son kez ciğerlerinde tut bu kokuyu, zorlama kendini küçük, bırak son kez köpürtsün kanın bedenini! Son valsine kalksın damarların yıprandıkça, kalbin son kez çalsın içinin kemanını... Son kez körüklesin içinde yatan fanilik ateşini. Aç gözlerini küçük, aç bak küçük etrafına bak. Son kez gör fani olarak çevreni, çünkü çok özleyeceksin baktıklarının ötesini görememeyi... Tut küçük eline gelen ilk şeyi tut! Son kez tutuyorsun faniliğin elini, bırak düşünmeyi, bırak zihnini... Çünkü son kez değer veriyorsun bu cansız bedene. Duy küçük duy! Duy ki bu duyuşlar sahtedir. Az sonra göreceksin, içindeki cendereyi.Sıkılma küçük sıkılma! Utanma küçük utanmak! çünkü kudret ve yalnızlık tenkit ediyor, zırva faniliklerden seni. Ağla küçük ağla! Son kez ıslatacak gözlerin yanaklarındaki bezlerini. Son kez ıslatacak o fanilikte yanaklarının üstündeki bezleri... Tut küçük tut ki kudretli yaratıcımızın bahşettiği en son gün bile o yaratıcının ışığında, bize bahşettiği bu kudret çemberi"
|
|
|
Post by Nicole Marissa Magdalene on Jul 5, 2011 13:50:45 GMT 3
Her şey son bulmuş o başka bir kişiye bürünüyordu, artık önemli olan tek şey kendini kaybetmiş olmasıydı. İstediklerinden emindi; fakat içindeki değişimin farkına varamamıştı. Varamadığı değişim onu kendinden ediyor, yüzü gerginleşiyor, bedeni değişiyordu. Daha bir güçle doluyordu. Artık dönüş yolu kalmamıştı ve tamamen buraya aitti. Anlamıştı ve bunun farkına varmak onu daha da anlamlı kılıyordu. Eskiden zamandan bunalırdı, çünkü her dakika ölüm yanına gelebilirdi; fakat şimdi o ölümsüzlüğün içinde ölüme karşı gelerek zamanını yitiyordu, anlamlı olan bir dünyaya merhaba demek ve karanlıkların içindeki kanı içine çekmek... Evet her kokuyu içinde duyumsayabiliyor ve onu hissettikçe daha da yaklaşmak istiyordu. Bu koku açlığın getirdiği bir koku muydu? En küçük hayvanın bile canını yakmayan elleri, şimdi bir kere daha mı kirlenecekti. Bir yandan korku, diğer yandan cesaret girmişti bedenine ve kalbi iki kat daha hızlı atmaya başlamıştı. Anlıyordu ki yaralarının iyileşmesinin tek sebebi karşısında ki merhametli adamın onu dönüştürmesiydi. Umutlu olmak umutsuzluğa çalarken kana bürünerek yarınları anlam yüklemeden anı yaşamak ve kudretli günlerin habercisi olan sözleri tekrar tekrar dinleyerek onu kendinden bir parça haline getirmek, zor olanı başarmışlardı.
Yalnızlığın kalabağında ve yalnızlığın gerçeğinde bir baba kız ilişkisi başlıyordu belli ki! Bunu ikisi de anlıyor ve yapacakları her şey için daha da derin bir anlam kazanan zamanın yitmişliğine şükrediyorlardı. Aslında minnet denilen her şey kendini kaybetmişti. Çünkü onlar esaretin zincirlerini çoktan kırmış, insanların geçmişleri ve gelecekleri içinde dehşet saçmaya gidiyorlardı. Belki onlar için zaman durmuş olsa da paylaşacakları yüzyıllar yeni başlıyordu. Arceus'un tüm sözleri kulağında binlerce kez çınlamıştı, büyülenmişti ister istemez... Kendi yaşadığı değişimle birlikte şaşkınlığının yanı sıra bu adamın yalnızlığının bir anlamı olmalıydı. Kaçmış mıydı? Herkesten sahi o nasıl bir vampir olma kudretine erişmişti. Bu seramoniye benzer ve bilinmeden mi uyanmıştı yeni dünyaya... Yoksa her şey apayrı bir şekilde zoraki mi gelişmişti. Hep bu yaşta kalmak ve yüz yılları görmek nasıl bir histi. Hiçbir şeyi bilmeyen; ama her şeyi bilmek isteyen gözlerle süzdü etrafı ve sonra dolandı hissizdi. Elleri bile daha bir sıkı kavrar gibiydi. "Ben bu değişimin içine girdim ve farketmedim hiç, nasıl oluyor? Hem senin hayatın nasıl bu kadar yalnızlığa kalıyor. Anlayamıyorum, kendimi geçtim yeni bir sayfa burası karanlık şu an belki; ama gözlerim alışıyor. Kapat dediğinde hissettiğim geçmişim şimdi gözlerimden siliniyor. Geçmişi yaşayamayacağım bir daha hiç kimseyi göremeyeceğim, yaşadıklarım da pek görülesi değil ya? Neyse hayat yeniden başlıyor da senin geçmişin yani bugünün gibi değil mi? Ne garip şans eseri rastladığım bir kitapta okumuştum. Vampirler kan emer, ben kimseyi incitmedim, onlar beni incitmeye zorladı; fakat şimdi her şey o kadar nefrete çalıyor ki! İntikam almak istiyorum beni bu dünyadan soğutan herkesten...." ağzından kan tükürüyordu sanki, ilk aklına gelen anneannesi ve sonra ona saldıranlar, ardına da binlerce ulaşamayacağını düşündüğü; fakat belki de yakınlarında gezip saldırabileceği milyonlarca insan... Kokular burnuna tatlı geliyor, ölümün ölümsüzlüğüne adım attığında kan istiyorsun ve ilk dönüşümün verdiği açlık her şeyden öte bir sarhoşluk katıyor ve şekillenen her şey bir kez daha yerli yerine oturmaya çalışıyor.
|
|
|
Post by Arceus Arceron on Jul 19, 2011 16:04:02 GMT 3
Bu ufaklık ellerimde adım adım bana benzerken onda kendimde göremediğim birçok şeyi görüyor ve keşfediyordum. ‘’ Acaba bende de böylesine derin ve mürekkep bulaşığını andıran damar patlamaları ve damar yaraları meydana gelmişmiydi? ‘’ Aklımdan geçirmeden edemiyordum. Fakat şuanda omuzlarımda aplamakta olan bu bayanın yavaş yavaş hayati belirtilerini yitireceğini biliyordum. Yitiriyordu da … Artık tamamen bilinçsizdi ve ruhu yarım yamalak da olsa bedenini kaybetmişti. Resmen yaklaşık 138 dakika kadar ölü kalacaktı. Zaten 138 dakika sonra güneş doğmuş olacaktı. Uyandığında ilk yapmak isteyeceği şey kuvvet ile muhtemel sabah kahvesi içmek olacaktı. Hem de kana kana …
Aklıma ilk gelen şey biraz kahve tohumu toplamak oldu. Aslında bu ufaklık, çırağım ve bundan sonra resmen ( ailemizde hemen hemen vaftiz anlamına gelen huasil kullanılır ) huasil kızım olmuştu ve buna neden olanları dişleriyle öğütmek kendisi için eşsiz bir fırsat olurdu. Fakat bu eşsiz fırsatını ben bizzat kendisinin yakalamasını kendisinin onları yakalayıp parçalamasını istiyordum ki eğer bunu ben yaparsam zaten intikamını almış sayılmazdı.
( 173 dakika sonra )
‘’ İçime, yalnızca benliğime inen ipten merdivenim. 173 dakika geçti ve hala uyanmadı. Bu … bu beni endişelendiriyor! Şüphelerim var. Dönüşümü bilinçaltında reddetmiş ve beni tekrar karanlığıma gömmüş olabilir mi ? Bilinçsizliği içerisinde bilinçlenip bunun inkara en açık yollardan biri olduğunu idrak ederek beni taptığım o koca kudret sahibi ile baş başa bırakmaya mı karar vermişti yoksa ? Yıllar sonra bu kayıdı dinleyecek biri şunları bilmeli. Ben Shana L. Ouyl adlı erkek vampir ve Nai Zatt Praham adlı dişi vampirin huasil oğulları, I.Ouyl Ahtik’ine mensup Arceus Arceron. Yalnızlıklar ve Kudretlilerin Lordu. Bunu dinlediğinizce biz Arceron Hanedanlığı çoktan peydah olmuş olacak ve siz adaletsizler, kudretin altında ezileceksiniz!’’
|
|
|
Post by Nicole Marissa Magdalene on Jul 19, 2011 16:30:41 GMT 3
Çok derinlere girmeye başlıyordum ve hayat bir kararıp bir de öyle bir ışıldanıyordu ki! Daha önce hiç olmadığım biri gibi hissedişim ve içten çığlıklarım... Bu beni deli ediyor. Karşımdakini benimsemiş olmalıyım. Konuştuk anlaştık ve o benim artık olmayan babam yani ben onun üvey kızıyım. Beni evlat edinmesine gerek var mı? Kafamdan prosedürleri geçireceğime, yeni hayatıma gözlerimi yummarak sonrasına adım atarak beni bu hale getirip ölümle yaşam arasına sokanlardan intikam almalıyım. Nedense dudağıma gelen kan tadı beni baştan çıkarıyor ve her daim olduğu gibi yorgun olduğumu hissederek bir anda başka bir diyara gözlerimi açıyorum
Çocukluk anılar, ailem, arkadaşlarım, annemin beni doğuruşuna kadar her şey yanı başımda... Anlam veremiyorum doğmadan onu görebilmek ve sonrasında ölüme gitmiş bu canlının son bağırışılarını kulağımda hissetmek. Bu bir sanrı olmalı, evet bu öyle bir sanrı ki ben bir düşselinin içine düştüm ve oradan çıkmalıyım. Dünyadan kaçtığımız ve anneanemin beni mahvettiği günler, hayır bu olmamalı... Uykumun içinde bir ışık bana el sallıyor gel buraya ölmüş olamam, yeni yaşamıma veda etmek istemiyorum. Hem ölürsem intikam durur ve onu yapmazsam beni kimse bilemez. Her halükarda bir hiç gibi dursam da yaşamak zorundayım. Kirpiklerim oynamalı ve uyanmalıyım. Var olmaya çalıştığım ve dönüşümü içine girdiğim bu gezegenin izbe mağarasına...
"Bambaşka bir yola merhaba de kızım artık orası senin evin..." bu sözleri duyduğu andan hemen sonra hıçkırıklar içinde kaldı. Ağzında ki ekşimsi tat onu mahvetmişti, acıkmış mıydı? Oysa ki vampirler acıkmazdı ki! Ne yapacağını bilmeden karşısında duran adama baktı, her zaman ki gibi bir ritüelle hayatta gelmesini istiyordu. Sesler karışık olsa da gelmişti ve öksürüğüyle yarıda kesmişti her şeyi... "Şimdi hayatımın geri kalanını burada geçireceğim; ama önce senden istediğim bir şey var. Ben intikam alacağım, hemde beni ölüme sürükleyenlerden... Şu an bir ölüyüm; ama yarı da canlıyım... Ruhumu elimden aldılar ve bedenim sayende ellerimde kaldı ve midemin içinde bir şeyler yanıyor, acaba dönüşüm işe yaramadı da ölüyor muyum? Aslında kim korkar ölümden artık yarı canlı bu dünyada tek istediğim şey bana acı çektiren herkesten intikam almak, beni anlıyorsundur umarım." Sözleri anlamlıydı ve yerine her şekilde oturuyor ve adamın gözlerini buldukça, onun buraya gelişinin bir işaret olduğunu daha da anlar oluyordu. Hiçbir şey demene gerek yok dercesine eline bir kahve tutuşturdu. Kupa sıcak olsa bile elinin bu sefer yanmaşı dikkatini çekti. Demek ki soğukkanlı olmak böyle bir şeydi ve kan beynine sıçramışsa ve soğuk başlıyorsa içinde ki hücrelerde intikam saatinin çanlarının çalmasına biraz daha vardı.
|
|