|
Post by Dünya Valdeuk on Jun 19, 2011 16:51:00 GMT 3
Vossiduel Akademisi açılışı nedeniyle düzenlenen balo için Nehir Kenarı’ndaki geniş çimlik alan hazırlanmıştır. Alanda birçok dikdörtgen şeklinde masa bulunmakta, nehrin kenarında sırayla Vossiduel Korosu ve çeşitli müzik grupları sahne almaktadır. Alan hizmetlileri durmaksızın öğrenci, eğitmen ve konuklara hizmet vermektedir. Birçok estetik bitkiyle süslenen alanın her tarafından görünen nehir, göreni kendine hayran bıraktıran yaratıklara ve ışıl ışıl parıldayan kayıklara ev sahipliği yapmaktadır. Okulun gazetesi Jeassimu’nun muhabirleri yeni dönemle birlikte gelen sorularıyla dans eden çiftleri, yemek yiyenleri ve nehir kenarındaki ağaçların dibinde ve üstünde sohbet edenleri meşgul ederken; gezegenin diğer gazeteleri Veixtra ve Manşet’ten gelen gazeteciler de alanı işgal etmektedir. Alanda akademinin tüm öğrencileri ve eğitmenleri bulunmakla birlikte (okutman ve asistanlar da dahil) gezegenin üst düzey yöneticilerinden bazı konuklar da masalarda yerlerini almıştır çeşitli okul görevlilerinin davetiyle.
Hava yağışlı olmamakla birlikte hafif rüzgarlıdır. Pazar akşamı düzenlenen bu balonun ertesi günü akademide dersler başladığından, öğrencilerin çok geç kalmasına izin verilmemekte; ancak öğrenciler yatakhanelerine gönderildikten sonra müzik ve eğlence yetişkinler için devam etmektedir.
|
|
|
Post by Elysionne Slezavak on Jun 19, 2011 20:59:29 GMT 3
Yine ağlıyordu bulutlar. Gecenin bir körü Elysionne odasında hüzünlü hüzünlü pencereden dışarı bakıyordu çoğu gece olduğu gibi. Hep böyleydi, hiç uyumazdı geceleri. Geçmişi düşünürdü, hasta annesini, anne ve babasının yasak birliktelikleri yüzünden sürekli kaçmak zorunda oluşlarını. Daha küçücük bir kızken, altından kalkamayacağı dev gibi sorunlarla mücadele etmeye çalışmıştı. Onunla hastalığı yüzünden hiç ilgilenemeyen annesinin ölümü yıkmıştı Elysionne’yi. Sürekli hastalıklı annesinin iniltileriyle uyuyup uyanmasının, babasının çelik gibi güçlü maskesinin altından gizli gizli gözyaşlarına yenik düşmesini izlemesinin aslında içinde ne kadar büyük bir üzüntü ve hırçınlık bıraktığını farkına varamamıştı çoğu zaman. Hep o anlar geliyordu geceleri gözleri önüne. Annesi ölmüştü, gitmişti ama iniltileri, sızlanmaları hala kâbuslarındaydı Elysionne’nin. Çoğu gece çığlık çığlığa, terden sırılsıklam uyanırdı okulda. Oda arkadaşlarıyla anlaşamamasının nedenlerini bu yüzden pek sorgulamazdı. Ne kendi uyurdu ne de onları uyuturdu. Zaten tek gerçek dostu vardı onun, karanlık. Gerisi yalandı. Aydınlıktan korkarak büyümüştü hep. Aydınlık demek çözülmesi imkânsız yeni sorunlar demekti. Çoğu çocuk karanlıktan korkarken, o aydınlıktan korkuyordu. Her sabah güneşin getirdiği hayatın acı bir tokadıyla karşılaşırdı. Sinirini, acısını çıkarıp sıra gözyaşlarına geldiğinde ormandan güneşin batışını izler ve korkup kaçtığını düşünüp sinirlenirdi. Bütün bunları düşüne düşüne uyuyakalırdı çoğu gece, aynı bu gece gibi.
Geceden kalan yorgunluğu yüzünden, bedeninin yorgun kıvrımlarından hemen belli oluyordu Elysionne’nin. Gözlerinin altı kızarmış ve şişmişti. İyi uyuyamadığı belliydi. Üstelik akşam gitmesi gereken bir balo vardı ve mükemmel görünmeliydi. Okulun ilk günüydü, yeni sınıftan yeni arkadaşlar yeni bir başlangıç demekti. Bu sefer biraz daha samimi davranırsa arkadaş edinebileceğinden emindi. Küçükken yaşadıkları onu hırçın biri yapmıştı bu yüzden çoğu kişiyle anlaşamıyordu. Her denenden kendine bir pay çıkarıp üzerine alınıyor ve insanları delirtiyordu. Uyuşuk uyuşuk yatağını topladı ve kahvaltısını ettikten sonra baloya hazırlanmak üzere odasına döndü.
Sırtından hafif dekolteli, tek kollu, ayaklarına kadar uzanan simsiyah elbiseyle muhteşem görünüyordu Elysionne. Aslında baloda giymek istediği annesinden kalan güzel bembeyaz bir elbiseydi fakat beyazı kendine bir türlü yakıştıramazdı. Oysa simsiyah saçlarıyla öylesine güzel bir tezat oluşturuyordu ki. Elbisesini giydikten sonra ayna karşısına geçip, karmakarışık olan saçlarını çözmeye çalışarak işe koyuldu. O kadar konsantre olmuştu ki saçlarına, arkasında dikilmiş, oda arkadaşının güzelliğine büyülenmiş gibi bakan arkadaşını zar zor fark etti. “Çok güzel olmuşsun.” dedi kız tatlı bir ses tonuyla aynaya bakarak. Sonra daha kendinin hazırlanmamış olduğunu fark ederek aceleyle işe koyuldu. Sadece gülümsemekle yetinen Elysionne özenle saçlarına büyük büyük bukleler yapmaya devam etti. Uzun bir süre sonra doğrulup aynaya baktığında gösterdiği çabaya değmiş olduğunu görerek sevindi. Yandan omuzlarına doğru düşen büyük bukleler upuzun elbisesiyle birlikte çok güzel görünüyordu. Geriye makyajı, takıları ve ayakkabısı kalmıştı. Tekrar eski yerini aldı ve makyajını fazla abartmadan yüzüne doğal bir görünüm vermeye çalıştı. Kocaman siyah gözlerini daha da belirgin yapmak amacıyla altlarına siyah kalem çekti ve rimel sürdü. Hafif bir far ekledikten sonra aynada yarattığı muhteşem eserine baktı. Daha sonra yüzündeki pürüzleri de büyük bir ustalıkla kapatarak fırçayı yanaklarından elmacık kemiklerine doğru kaydırmaya başladı. Dudakları renksiz kalmasın diye de çok açık kırmızı tonda bir ruj sürdü. Şifonyerine yöneldi ve takılarını aldı. Küçük, beyaz bir inciydi kolyesi. Küpeleri de biraz daha küçük olmakla birlikte inciden oluşuyordu. Ayağa kalktı ve topuklu, incileriyle uyumlu beyaz, önü açık ayakkabısını da giyip, küçük beyaz çantasını eline aldıktan sonra bir kez daha baktı aynaya. Gece gibi olmuştu siyahlar içinde, omzunda ırkının işareti olan parıl parıl parlayan yıldızıyla. Tak tak ses çıkaran topuklu ayakkabısıyla süzüle süzüle baloya, nehir kenarına doğru yürümeye başladı. Küçük kare masalardan birinde rüküşlükleriyle komik kaçtıklarının farkında olmadan gülüşen arkadaşlarına el salladı ve onların yanına gitti.
|
|
|
Post by Nicole Marissa Magdalene on Jun 19, 2011 21:06:58 GMT 3
Gerçeklerle yüzleşmek bazen o kadar zordur ki bilemezsiniz, kendi dünyanızda mutluluğa adanmışsınızdır. Hep bir melek olmak isteyen elleriniz, kana bürünüyorsa ya da bir tanıdığınızın ölümünü gözlerinizin önünde görmüşseniz eğer... Zaman durur ve hayatta tek önemli şey günü geçirmek olur. Sözler bile anlamsızdır. Yaşadığınız dünya da her şeye bir çözüm var gibi olsa da ömür kısıtlıdır ve birini kurtarayım derken diğerinden olabilirsiniz. İşte babasının ölümü birini iyileştirerek gözleri önüne serilmişti babasının bedeni Nicole'ün ve şimdi bir senenin ardından yazda yaşadıklarına bakmadan yeni bir sayfa açmak istiyordu. Zordu biliyordu kolaya alışsa da gözleri korkuyu seviyordu ne de olsa, elleri hiç o günkü kadar titrememişti. Geriye dönüşlerini artık rüyalara saklıyordu ve kendi güçlerini her şekilde saklamayı planlıyordu. Güçsüzleşmek istemez, kontrolü elinde tutmak isterdi; fakat babası varken böyle değildi. O gidince hırçınlaşmıştı belli ki annesi o hiç olmamıştı. Nasıl bir hayatta gelmişlerdi. Bilmiyordu bir rüya, hepsi bir rüya; fakat okul onun nefes alıp belki de her şeyi yeniden yazabileceği tek yerdi. "Hiç kimse bilmemeli geçmişi ve babam bir yerlere giderek beni terketmiş olmalı, evet en mantıklısı bu değil miydi" kendi içinde sakladığı güzelliği yok etmek istiyordu, nefret ve kin gelmeliydi. Belki de yaşadığı şeylerden sonra belirli bir kriz atlatıyordu bilmiyordu, bildiği tek şey her şeyin karmaşıklaştıkça kendine öfke verdiğiydi. Anneannesinden oldum olası nefret etmişti etraftaki her şeyi yakacakken duran dedesinin son nefesini de o almıştı belki de, uğursuz zamanlar mutlu insanları bulur ve bütün iyilikleri silerek karaya bürür. Bu yüzden bugüne odaklanarak hazırlanmalıydı; fakat rüyalar buna izin vermiyordu. Babasının ismini sayıklarak uyandı. Yanında hiç kimse yoktu ki buna mutlu oldu tebessüm etti, aslında yüzüne karışan göz yaşını saklama yöntemiydi bu.
"Herkesin bir gizlisi vardır ve sır kapısını ayrı bir dünyaya açarsanız eğer sevgiyi adınız bellerseniz. Silinir ve sizde sadece gün be gün büyüttüğünüz nefret ve acılar kalır...." Yazılar onun sığınıp sarıldığı tek dostlarıydı ve bunu yapmayı seviyordu ona tüm sevgisini vererek yazıp yalandan yarattığı mutluluğuna merhaba diyordu. Hem bugün güneşte vardı, güneşi görmek başka bir gezegene varmışcasına düşlemek yarınları... Anlamlı anlamsız cümlelerin içinden geldim kondum tane tane; ama ne farkeder bugün bitecek ve yarına dönerek bütün geçmiş o eski gibi kaybolacak; yalnız hep bir iz kalacak çünkü gördükleriniz beyninizin bir köşesinde yer etmelidir ki yarınınıza başlarken yeni umutları aynı hatalar üzerine doğurmayın....
Akşam yapılacak baloya gitmek istemiyordu; ama biliyordu ki ne kadar agresif olsa da dışında mutluluk saçmaya yarayan güzelliği ve gülümseyişi hala içindeydi. Bunu bırakamıyordu. Çünkü o ona annesinden armağandı. Babasının gizli yönlerinin dışında annesinin silik melek yüzüne hayrandı. Elinde olan tek fotoğrafı aldı ve uzun uzun bakıp gülümsedi. "Senin umudun ve gülüşün benim yarın burada olmamın tek sebebi...."
Sonsuzluk kavramında gezinirken bir ses ve ister istemez yatağından sıçrayarak attığı küçük tiz bir çığlık, her zaman ki deli arkadaşı, onu hep zor zamanlarında yakalayıp bir yerden başına saçma sapan bir iş çıkardı. Onu görünce bir göz yaşını daha içine akıttı ve gülümsedi. "Her şey yolunda mı? Baloya hazırlanmayı düşünmüyorsun heralde, hadi kalk kıyafet seçelim...." bu cümleler sürekli uzar gider Alexis işte ne yaparsın. Beni güldürüşünü seviyorsun, iç benliğe ait monologların içine girme de konuş. "Geliyorum; ama önce bir banyo yapayım." Kaçmanın diğer bir yolu da kendine özel alan yaratmak değil midir? Biliyorum hayattım berbat ben herkese göre mükemmelim. Mükemmel yok, çünkü o anneannem demek ve ben ona bu kadar benzerken nasıl da nefret ediyorum.
Bornozunu giyip banyonun yolunu tutan Nicole, etraftaki neşeyi görünce maskesinin ardına daha da bir saklandı. Bilmiyordu; fakat her şey bu kadar güzel nasıl olabiliyordu. Girdiği sıcak duşun altında şarkı söyleyen mi dersin yoksa arkadaşlarıyla kıkır güleni mi? O biraz sessizlik istiyordu, bu yüzden arkadaşını ekmişti; fakat burası oradan daha da sesliydi. En iyisi, soğuk bir duş alıp ardına odasına kapanmak taa ki balo zamanı gelene kadar.... Hiç kimseye sezdirmeden gizli gizli odasına kapadı kendini ki herkes telaştan onu görür halde değildi. Bir soru işareti olmuştu. Kaybolmayı bu kadar seve hale geldiğini bilmiyordu; fakat ölüm her şeyden soğutuyordu insanı... İster istemez yatağına uzandığında uyuya kaldı ve kalktığında balonun saati gelmişti. Hemen üzerine yurt dışındayken aldığı siyah elbiseyi giydi. Vücudunun hatlarını belli eden hafif mini bir elbise... Üzerinde ise beyaz taşlar ve bunlar yüzünün gülümsemesine yansıyarak onu daha da anlamlı kılıyor. 1. sınıfın başında giydiği beyaz elbiseden eser yok çünkü, ölüm ona karaları getirmiş. Hayat acımasız ve kurtarmak onur verici olsa da acı dolu bir ağ örmüş gözlerine....
Balo salonunda bir başına içeri girmeyi daha sever hale gelmiş, oysa birinci sınıfta buna kızardı. Bir kavalyem olmalı... Şimdi yalnızlığından emin ve gurur duyuyor, yarınlarını bir başına ya da kendi kafasındakileri başka yöne çekmeye adayacak... Her şekilde sorumluluk sahibi ve başarılı olsa bile bir yerden artık hayatı yaşanamaz gördüğünden yeri olduğunu söylenilen yeni masaya iğreti buluyor kendini... Ait olamamak bu olsa gerek ve hayat hiç olmadık yerde bir umut ışığıyla yüzünü kararttığı gibi aydınlatacak... Hem umudun içinde hemde öyle dışında ki onu selamlayan kucaklaşan arkadaşlarına karşılık verirken bile belli belirsiz istemediği bir senaryo içinde sürünüp zamanın ona oynadığı oyunun başka türlü de geçebileceğini göstermesini bekliyor.
|
|
|
Post by Valerie Diamante on Jun 19, 2011 22:50:22 GMT 3
[/i]diye düþündü. Bunu konuþuyor olma olasýlýklarý yüksekti doðrusu. Hava hafiften rüzgârlýydý ve Valerie kendisini rüzgârýn ters yönüne doðru verdiðinde saçlarýnýn omuzlarýndan geriye doðru sallanmasýný seviyordu. Bu yüzünü gýdýklayan saçlarýndan daha iyi moral veriyordu. Burayý gerçekten seviyordu. Bu koþturmalarý, bu mekâný, bu eðlenceyi ve arkadaþlarýný seviyordu. Gerçekten görülmeye deðer bir yer diye düþündü. Dersler de iþlediði dünyadan farklýydý, ama yine de ona nazaran görsel bir güzelliði vardý. Nehrin kenarýndaki masalardan birisine doðru ilerlerken karþýsýna çýkan kiþilere çarpmamaya özen gösterdi. Özenle süslenmiþ olan masalardan birisine oturdu ve rahatladýðýný hissetti. Ayakta kaldýðý sürece yorulduðunu anlamamýþtý. Yüzünde rahatlamaya benzeyen gülümsemesini yerleþtirdikten sonra gözlerini uzun ve görkemli nehre çevirdi. Nehre dalýp gitmeyi seviyordu.[/ul][/color]
|
|
|
Post by Roland Maciez on Jun 19, 2011 23:13:05 GMT 3
'Artık büyüme vakti.' Kulaklarında uğuldadı fısıltısı. Daha önce tatma fırsatına sahip olmadığı muhteşem bir huzurdu bu. Nerede olduğunu bilmek, hissetmek, keyif almak... Belki, etrafındaki bücürlerin akıllarından dahi geçiremeyecekleri derecede kötüydü, o bir katildi; ama hiçbirinin olamayacağı kadar mutluydu. Gerçeğini bulmuştu, neden nefes aldığını bulmuştu. Kemikli parmakları arasında tuttuğu bardağı dudaklarına götürdü. Arkasında bir yerlerden yükselen müziğin mayhoşluğuna bıraktı bedenini, ruhu uzaklara sürüklendi ve bir kez daha huzuru tattı. Ne kadar hızlıydı her şey, ve ne kadar yavaştı. Kalp atışları müziğin ritmine uyarken, tatlı Akademi Korosu'nun dinlendirici sesleri yükseldi. 'Ne kadar gerçek?' Gözleri gölün hareketsiz yüzeyiyle buluştuğunda, zayıf bir gülümsemeyle ödüllendirdi dudaklarını. Hafif bir meltem pürüzsüz cildinin üzerine dokundu zarif bir eda ile. Öğrencilerin hafif gürültüsü kulaklarına ulaşamadan kayboluyordu sanki. Yalnızlıktan kurumuş ve kavrulmuş bir ağacın yanında, yalnızlıkla mutlu olan bir başka adam duruyordu işte. Omzunu yavaşça ağacın soğuk gövdesine yaslarken, çakıl taşları takırdadı isyankar bir şekilde. Çelişkilerle doluydu hayat. Zıtlıklar, dengeyi oluşturuyordu her fani dakika. Göl, ayna gibiydi, dümdüzdü; fakat çevresindeki her varlık ona nazaran hareket ediyor, nefes alıyor, koşuyor, heyecanlanıyor, ölüyordu. Oysa, ne kadar kolaydı durmak, sadece durmak ve görmek. Gözlemek, öğrenmek, düşünmek... Ve zavallılar, hayatın ne kadar zor olduğundan bahsedip dururlarken, gerçeği göremediklerini fark etmek, ne kadar da komikti! Sadece derin bir nefes almak bile, nefes alabildiğini bilmek ve bundan keyif almaktı, ironik. Kavramların ironisi... Bir tiyatro oyunu gibiydi her birinin hayatı. Sahneleniyor ve bitiyordu, kısaydı. Oysa, sıkıcı olan da buydu, zor olan da buydu. On beş dakika içine tek bir oyun sığdırmak ve hemen bitirmek, o kadar zordu ki! Düşüncenin yoğunluğuyla yorulmuş zihnini dindirmek adına, soğuk parmaklarını saçları arasından geçirdi yavaşça. Ailesini kaybettiğinden beri hissettiği katıksız yalnızlık duygusunun hazzına sonuna dek vararak burnundan aldığı bir nefesle ciğerlerini doldurdu. Babası bir hiç uğruna ölmemişti, ona bir amaç ve bir düşünce bırakmıştı savunabilmesi ve saldırabilmesi için. Annesi ise, ruhuna şefkat ve pişmanlık tohumları ekmişti; ikisi de her zaman muhteşem insanlar olmuşlardı, mükemmel 'insanlar'dılar. Ve bununla gurur duyarlardı. Roland'ın sırtı dikleşti gayriihtiyarî. Onların oğlu olduğu için gurur duyuyordu. Gülümsemesini saklayarak arkasını döndü ve alandaki masalardan birine doğru ilerlemeye başladı. Müzik yapan grup hareketli bir parçaya başlamıştı, hoş ezgiler havada süzülüyordu. Roland, kendinden geçmişti. Bir kahakaha atarak büfeden kendine biraz daha içki aldı ve elinde bardağıyla dans alanına doğru koştu. Kalabalığın arasında kaybolurken, kahkahaları alanda yankılanıyordu.
|
|
|
Post by Beatrice Brunsvold on Jun 23, 2011 1:57:49 GMT 3
Güneş ışıkları pencereden sızarken Elizabeth, bir yandan aynadaki silüetine bakarken bir yandan da narin ellerini yüzü üzerinde gezdiriyordu. Hiç olmadığı kadar içi sıkılmıştı bugün. Hüzünle derin bir iç çekti. Kızıl saçlarını elleriyle dalgalandırdı. Dalgın bakışlarla elbisesinin omuz kısmını açtı. Eliyle yetişebildiğince okşamaya başladı silik melek yüzünü. Ailesini hatırlatan o yüzü... Annesi Victoria Brunsvold da bir Duffijindi, tıpkı babası Markov Brunsvold gibi. Zamanında bu iki genç aşık birbirlerini büyük bir tutkuyla sevmiş ve en sonunda evlenmişlerdi. Evliliklerinin üzerinden birkaç sene geçmeden de o mutlu hayatlarını güzelleri güzeli bir kız olan Elizabeth ile taçlandırmışlardı. Ell tam on iki yaşındayken, piknik yapmak için en sevdikleri ortama, ormana gitmişlerdi. Daha sonra piknik yaparken de zaman su gibi akınca orada kalmaya karar vermişler ve birbirlerine sıkı sıkı sarılarak uyuyakalmışlardı. Chypieux'un en güzel iki meleğinin kanatları altındaki bu güzel anı daha da uzatmak amacıyla göz kapaklarıyla savaş vermekte olan Elizabeth, en sonunda beyaz bayrağı dalgalandırmıştı. İşte aydınlık hayatlarına çöken karanlık, yeryüzüne o gün inmişti. Aniden ormanın derinliklerinden çıkan çirkin bir vampir sürüsü annesi ve babasının üzerine atlamış, onları vahşice katletmişlerdi. Çok "merhametli" yaratıklar açlıklarını giderdikleri için küçük kıza acımış ve onu öldürmemişlerdi. Uyandığında üzerine sızmış olan kanı gören Elizabeth, sonsuza dek kulaklarında yankılanacak o tiz çığlığı atmış ve on iki yaşındaki haliyle beyhude çabalamıştı minik elleriyle meleklerini tekrar hayata bağlamak için. Karanlığın içinde döktüğü mercan taneleri, annesi ve babası gibi katledilen çocukluğunun son kalıntılarıydı... Gözündeki yaşları çabucak silen Elizabeth, aynada son bir kez kendine baktı. Her zamanki gibi, seçtiği beyaz elbiseyle beraber daha da güzel olmuş ve tıpkı annesine benzemişti. Annesine... Tam yine dalıp gidecekti ki maziyi daha fazla hatırlamamak için hızlıca doğruldu ve kapıyı açıp kendini dışarı attı.
Nehir kenarı ona her zaman huzur veriyordu, en azından suyun etrafındaki ağaçları görmediği zaman. Çünkü bir zamanlar çok sevdiği bu yeşillik, şimdiki hayatında kırmızıdan ve kandan başka hiçbir şey hatırlatmıyordu. Daha sonra, bu açılış gününde mutlu olması gerektiğini bildiği için vücudunu okulun bahçesindeki kutlama alanına çevirerek yavaş yavaş yürümeye başladı. Bir yandan etrafından geçen arkadaşlarına selam veriyor, bir yandan da mavi gözlerini gökyüzüne dikerek sonsuzluğu içine çekiyordu. "Sen bir meleksin, sen mutlu olmaya lâyıksın." Elleriyle saçını karıştırırken de içinden motive edici laflar ediyordu bir yandan. Göğüsleri derin bir nefes çekmesiyle havaya doğru kalktı, aldığı oksijeni geri verirken de aşağı inerken Elizabeth'in çehresinde bakanları mutlu eden bir gülümseme hakimdi. Olması gerektiği bir melek gibi, annesi gibi ortalığa ışık saçarak insanların arasından geçti ve kendine bir masa seçerek oturdu. Bugün hiç olmadığı kadar karmakarışık hissediyordu, hangi duygunun aklına ve vücuduna hakim olacağına karar veremiyordu sanki. Kulaklarında yankılanan o tiz çığlık artık yok olmuştu. Muayene edilen bir hasta gibi sürekli heyecanla derin bir nefes alıp veren Elizabeth, bir yandan da düşünceli bakışlarla ortalığı kolaçan etmeyi ihmal etmiyordu. Her şey ne kadar güzel hazırlanmıştı, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş o sahne ve masalar... Bunlara baktıkça mutlu hissediyordu kendini işte, göze estetik gelen her şey onu mutlu etmeye yetiyordu çünkü. Hele ki nehri görebildiği bir yerde oturmak... Anlatılamaz, yaşanırdı. Masa süslerini incelerken bir kere daha ne kadar sistemli ve şık çalıştıklarınının farkına varıyordu Vossiduel yöneticilerinin. Zaten baloya da bunu bildiği için gelmişti ya. Gözünü o masadan o masaya, diğerinden öbürüne şeklinde hızlıca gezdirirken kalın bir ses tonuyla irkildi. "Ne isterdiniz, genç bayan?" Tabii, servis görevlerinin ilgi ve alâkaları tamamen aklından çıkmıştı bir an için. Sandelyesini adama doğru doğrulttuktan sonra "Vişneli portiqu getirebilirseniz çok sevinirim." dedi hafif çekingen bir tavırla. İnce uzun adam 'hayhay' anlamında başını salladıktan sonra uzaklaşırken Elizabeth arkasından seslendi. "Şekerli olursa seviniriiiimm!" Görevli tekrardan aynı şekilde kafasını sallamak için arkasını döndüğünde, Elizabeth biraz utangaç bir şekilde gülümsüyordu yine.
|
|