|
Post by Roland Maciez on Jun 19, 2011 0:45:52 GMT 3
Geceyi Siz Yaratmadınız; Başlangıç.
Sessiz ve bir o kadar da yalnız sokağın başında belirdi karanlık, korkutucu bir siluet. Adam, duvar köşesine sinmiş ve yırtık, ince bir battaniyenin altında kıvrılmış uyuklarken, zayıf bir nefes hücum etti dudaklarından dışarı. Hırıltılı boğazından yayılan pis kokular etrafını kaplarken, sokak lambalarının sunni ışığı altında garip bir kararlılıkla durmuş olan gencin farkına bile varmamıştı. Yıllardır oradaydı, oraya aitti ve öyle de olmaktan memnundu. Ne nefret edebiliyor, ne de sevebiliyordu ki artık tamamen bir bedenden ibaret idi zaten. Yaşama amacı yoktu, yaşamak için sebebi de yoktu. O hiç kimseydi... Hiç kimse... Karanlığın içinde saklanan ölümün onu bulmasını bekliyordu çaresizce, ne zaman geleceğini bilmeden ve sadece korku içinde. Yanıbaşındaki varilin içinde tutuşmuş olan alevlerin ısısından faydalanmak isteyerek hafifçe doğruldu ve ellerini ateşe uzattı. Dudakları titriyordu, yorgun ve açtı. Sefildi, insanlar için 'uzaylı' kavramına hiçbir şekilde uymayacak kadar sefil ve kirlenmiş... Oysa ne kadar büyük bir şeydir 'uzaylı'... Teknolojileri ve bilgileriyle muhteşem varlıklar, asil yaratıklar... Kim bilebilirdi böyle bir sefaletle karşılaşabileceklerini? İhtimaller dahilinde bile olamazdı onlarca ve yüzlerce yıl önce. Sokakta yükseldi hastalıklı, korku dolu fakat kendinden emin bir ses. Soğuk duvarlara çarptı, çöpler arasında koştu ve adamın kulağına kadar süründü. 'Atalarımız ilk defa bu gezegene geldiklerinde, muhteşem bir uygarlıkla karşılaştı' Ayak sesleri hücum etti bu sefer, gökyüzüne yükseldi zayıf bir nefes daha ve sefalet içindeki adamın merak ve alay dolu bakışları yavaşça çocuğun üstüne kaydı.'Öyle bir uygarlıktı ki, kurtulmuş olmaları gerçeğini unuttular ve bu yeni gerçekliğin tadına bakmak istediler.' Pencerelerden birinden süzülen ışığın altında durakladı çocuk, dudaklarına hüzünlü bir gülümseme yayılmıştı adeta, gözlerindeki delice bakış korkutucu derecelere nüksetmişti. Ne olduğunu, kim olduğunu biliyordu çoğunun aksine. 'Ve insanlar sordular, bu tanrının işi miydi? Bu kader miydi?' Dramatize ediyordu bilinmeyen, duyulmayan bir hayatı, bir gerçeği sanki. Geçmişte yaşananların tüm öfkesi, tüm nefreti vücudu üzerinde toplanmıştı, hücum etmişti zihnine ve ruhuna. Hızla yerdeki adama doğru koştu, sonra bir anda durdu ve korkuyla büzülmüş sefile baktı. Güçlü bir kahkahayla sarsıldı, sonra tekrar durdu. 'Ne yaptığımı görüyor musun aptal? Anlıyor musun!' Arkasını döndü ve kollarını açarak tüm sokağı kucakladı, gökyüzünü kucakladı. O ne yaptığını biliyor muydu? Tamamen bilinçsizdi, ama hissederek ve isteyerek yapıyordu. 'Bu... Bu sadece başlangıç, uzaylı. Sadece başlangıç! Kusursuz olanların başlangıcı!'Hızla döndü, sağ elinde gümüş bir bıçak belirmişti. Yavaşça adama yaklaştı.
Geçmişine, kadere, geleceğe duyduğu tüm öfke ve hiddet, titreyen parmakları arasında soğuk bir biçimde duran hançerde toplanmıştı. Pişmanlıkları, inkarları, tüm hayatı... Gerçekleşecekleri nasıl bilebilirlerdi? Bu tüm inançsızlığını temelinden sarsmıştı.'Sizler, uzaylılar, nasıl kötü olabildiyseniz, biz insanlar da insafsız ve karanlık olabiliriz! Geceyi siz yaratmadınız!' Hançer hızla havaya kalktı. 'Onur duy insan, belli olan geleceğini sona erdirdiğim ve nihayete ererken soylu bir amaç uğruna göçtüğün için gurur duy! Çünkü ben Roland'ım! Ve bunu başlatan, bunu ilerleten ben olacağım!' Öfkeyle indi hançer, en ufak bir acıma duymadan, sonsuz bir zevkle. Kahkahası adamın son nefeslerini örterkeni hırıltılar geçene kadar delice kahkaha atarken, ellerine bulaşan kana bakarak sırıtırken... Karanlığın içinde bir hayat yükseldi bilinmeze doğru, belki tanrılara, belki geçmişe... Bıçak geri çekildi yavaşça. Artık gerçeklikte bir hayal değildi düşünceleri, gerçek olan kendisiydi, bedeniydi, ruhuydu. Ve hissedebiliyordu var olduğunu. 'Ben... Ben yaşıyorum!' İsyan ediyordu... 'Ben yaşıyorum...' Fısıltısı rüzgâra karıştı. 'Yaşıyorum...' Sokakta dizleri üzerine çöktü ve hüzünlü bir gülümsemeyle gökyüzüne bakmaya başladı. Soğuk bir yağmur yanaklarına vurmaya başlamıştı, zaman hızla akıp geçiyordu sanki, ve kalp atışları bir o kadar da yavaştı. 'Ben varım.'
|
|
|
Post by Marveille Croweix on Jun 19, 2011 2:21:15 GMT 3
Karanlığını yok denilecek kadar sönük bir ışığa sahip bir kaç sokak lambasının aydınlatmaya çalıştığı bu ıssız, aklı başında hiç kimsenin uğramayacağı sokakta, aldığı alkolün etkisiyle dengesini kurmakta zorlanarak yürüyordu vücut hatlarını cesurca sergileyen siyah elbisenin içindeki genç kadın, ince parmakları arasındaki sigarasından çıkan grimsi ve titrek dumanlar karanlığa doğru süzülüp yavaşça yok olurken. Tıpkı benim gibi, diye düşündü Marv, dumanların kayboluşunu gördüğünde. En saçma şeylere bile anlam yükleyip kendini melankolinin en diplerine sürükleyebilecek hayal gücüne sahipti, özellikle de alkollüyken. Bu yüzden alkolün etkisinde olmadığı zamanlarda uzak tutuyordu düşünceleri zihninden. Pek çoğu onun hastalıklı beynini daha da zehirleyebilecek bir güce sahipti ve korkuyordu genç kadın, kafasında kurduğu saçmalıkların bir gün onu ölüme, hatta belki de daha kötüsüne sürüklemesinden. Topuklu ayakkabılarının sinir bozucu ve düzensiz sesler çıkarttığı taş kaldırıma attı biten sigarasını, son kez dudakları arasına götürüp zehrini ciğerlerine doldurduktan sonra. Ömrünün çok uzun olmayacağını zaten biliyordu ama ölümü hasta bir şekilde yattığı yatağında, yaşlanmış ve kırışmış bir şekilde kucaklamak olmasını istediği en son şeylerden biriydi. O, genç ölmek istiyordu. Belki sevdiği adamın kollarında, belki de sevdiği adamın uğruna. Ne olursa olsun, ölümünün bir nedeni olmasını istiyordu genç kadın. Oysa şu anda lanet hayatını feda edebilecek kadar çok sevdiği, sevebileceği tek bir erkeğe bile sahip değildi. İçlerinde en iyisiyse sadece yarım saat önce incitmişti onu, kıskançlıktan çılgına dönüp bileğini morartana dek sıkarak. Şiddet görmek onun için çok uzak bir kavram değildi, çoğu zaman umursamıyordu bile ama sevdiği adamın onu gözünü bile kırpmadan incitebildiğine, içinin bir an olsun bile yanmadığına şahit olmaya dayanamıyordu. Onu asıl yaralayan bu oluyordu işte, ölümlü bedenindeki morluklar değil. Kırmızının en baştan çıkarıcı tonlarından birine boyanmış dudakları arasından bilinçsizce dökülmeye başlayan melodi, o daha küçük bir kız çocuğuyken annesinin söylediği o güzel şarkıya aitti. Sapsarı saçlarıyla bir meleği andıran annesinin tanrılar tarafından kutsanmış sesine sahip olmasa da, yürüdüğü sokakta kimsenin olmayışının verdiği rahatlıkla daha da yükseltmişti sesinin tonunu. ‘Don’t let go. Never give up, its such a wonderful lifee..’ Attığı her adımda bedeni daha da ağırlaşır, ayakları daha da sızlarken buna daha fazla katlanamayan genç kadın keskin hatlara sahip yüzüne yerleşmiş umarsız ifadeyle çıkartmıştı ona acı çektiren ayakkabılarını. Çıplak teni kaldırımın soğuk taşlarıyla temas ettiğinde garip bir rahatlık hissetti Marv. Kısa bir süreliğine de olsa, özgürlük duygusunu yaşadı içinde bir yerlerde. Nefes aldığı her saniyeyi gösteriye çıkmaya hazır bir süs bebeği olarak geçirmekten ve ona gelerek kendisini şereflendirmişçesine bir hava takınan erkekleri memnun etmeye çalışmaktan öylesine yorulmuştu ki, o her zamanki umursamaz maskesini takamıyordu yüzüne. Daha yirmi yaşına yeni girmiş olmasına rağmen öylesine sıkılmıştı ki sahip olduğu bu hayattan, intihara hiç bu kadar yakın hissetmemişti kendini.
Hastalıklı fikirlerle kuşatılmış zihninden geçirdiği bu düşüncelerle boğulan genç kadın, kulaklarına ulaşan bir erkek sesiyle sıyrılmıştı iç dünyasından. Alkolle bulanmış olan beyni kelimeleri anlamasa da, ses tonundaki öfke ve nefretin karışımını hissetmemek için ölü olması gerekirdi. Merakına her zaman yenilen Marv, bir kez daha sesin geldiği yöne çevirdi adımlarını, başına açacağı beladan habersiz bir şekilde. Sokağın köşesini döndüğünde dizleri üzerine çökmüş genç bir çocukla, onun önünde yatan hareketsiz bir bedenle karşılaştı. O bedenden sızan koyu kırmızı sıvıyı gördüğündeyse çığlıklarının geceye karışıp ortalığı inletmesine engel olan tek şey ani bir refleksle ağzını kapattığı eliydi. Bu lanet gezegende yaşadığı yirmi yıl boyunca böylesine iğrenç manzaralarla karşılaşmaya alışmış olmasına ragmen her seferinde daha da büyük bir şok yaşıyordu. Tecrübeleriyse bu durumun süresini kısaltıyordu sadece. Parmaklarını yavaşça dudaklarından çekerken, o gece olanların izlerini silmek istercesine yağmaya başlayan yağmuru teninde hissetmesiyle kaldırdı başını gökyüzüne doğru. Damlaların yüzünü ıslatıp, yeşil gözlerini çevrelemiş koyu makyajını akıtmasına izin verdi bir kaç saniyeliğine de olsa. Hemen arkasından çocuğa çevirdi buz gibi bir ifadeye bürünmüş bakışlarını. Bu sokaklarda karşılaşmaya alıştığı bir şeydi bu ki neler olup bittiğini anlaması çok zor olmamıştı. ‘Ayağa kalk, onun kanıyla kirlenmek istemezsin.’ Sesinin bu kadar kontrollü ve korkudan uzak çıkmasına şaşırmış olsa da bunun üzerinde düşünmeyi sonraya bırakarak devam etti. 'Bir tavsiye ister misin? Pisliğini ortadan kaldır, onlardan birine yakalanmadan önce. Cinayetini daha sonra kutlarsın. Karşısında ellinde hançer tutan biri varken söylenecek en uygun sözler değildi bunlar belki ama, her zamanki şevkatle birleşmiş yardım etme isteği bir kez daha belli etmişti kendini.
|
|
|
Post by Roland Maciez on Jun 19, 2011 18:30:36 GMT 3
Gecenin koyu sessizliği içinde sadece yağmur damlalarının sesi duyuluyordu. Karanlık, gerçekleri ve yalanları bir örtü misali gizliyor, fısıltılar hafif meltemin kollarında şehrin sokaklarını dolaşıyordu. Bir gece kuşunun huzur dolu ötüşü doldu kulaklarına gencin; hâlâ yağmur damlalarının affediciliğine bırakmıştı rahatsız bedenini. Sırılsıklam olmuş saçları yüzünün iki yanına yapışmıştı. Dudakları ve gözleri üzerinde dans eden damlacıklar şehrin ışıkları altında inci misali parıldıyordu. Güçlüydü, kollarını gökyüzüne doğru açmış, aciz varlığını yağmurun kutsallığına sunmuştu. Öfkesi yerini anlayışa bırakıyordu, kabullenişin tatlı dehlizlerine sürükleniyordu sessizce. Evet, sessizdi, daha önce olamadığı kadar sessiz ve sakindi. Kapalı gözlerinin ardında huzur dolu bir karanlığa gömülmüş, gölgede kalmanın, fark edilmemenin tadını çıkarıyordu. Ölümsüzdü adeta. Kimse ona dokunamaz, kimse onu göremez... Zihni ve ruhu denizlere açılmıştı, özgürdü. Gözlerini açtı yavaşça, mavi bir güzellikle ödüllendirilmiş olan küreler onlara ait olmayan bir ışıkla parladılar. Yere yığılmış olan cesede kaydı bakışları yavaşça. Gülümsemesi ince dudaklarını süsledi. Bir katil olmuştu, ve hastalıklı bir şekilde bundan zevk alıyordu. Bakışları donuklaşmış olan adamın boynundaki damgaya baktı. 'Bir Berddinel...' Mırıltısı kaybolurken, kaşları çatıldı hafifçe. Sessizce ellerini kaldırdı, kan parmaklarından damlıyor ve ıslak zemine düşüyordu. Hançerin donuk parıltısı dolaşıyordu yüzünde. Kimi öldürdüğünün bir önemi yoktu, basit bir uzay ucubesi olması yeterliydi, öyle değil mi? Belki hayal kırıklıklarıyla dolu bir hayatı olmuştu, belki tıpkı bir insan gibi, olduğu şey olmasına izin verilmemişti. Kaderin bir kurbanıydı belki de fakat gerçek, acımasız bir kavramdı. Roland'a ve daha nicesine acımasız davranmıştı, sebepler ise asla düşünülmemiş, asla savunulacak bir şeye sahip olunmamıştı. Korku... İşte tüm hayatı boyunca bunu hissetmişti. Bilmediklerinden, görmediklerinden korkmuştu, saygı göstermişti korkusuna. Boyun eğmişti her daim. Sorgulamamıştı. Fakat şimdi, korkusunu geride bıraktığını hissedebiliyordu. Cesaret, damarlarına aşılanmış, kararlılık ruhunu ele geçirmişti. Ne yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. Hayatını, hayatları mahveden uzay farelerine korkacakları bir şey verecekti. Korkunun ne olduğunu, düşünceyi ve bedeni nasıl çarpıttığını, acıyı nasıl getirdiğini onlara gösterecekti. Nerede ve nasıl olduğunun bir önemi yoktu, intikam hızla ve aniden gelecekti, kadere yön veren bu sefer kendisi olacaktı. 'Kaderin, kendi kaderimin tek ve hür efendisi...' Tek kaşı kalktı zarifçe, gülümsemesi arttı gayriihtiyarî. 'Hoşuma gitti.' Yerde duran hançeri aldı ve adamın üstüne sildi. Bıçağı ceketinin içinde açtığı gizli bir cebin içine yerleştirdikten sonra yavaşça ileri doğru eğildi ve ellerini adamın üstüne silmek üzere cesedin montuna uzandı.
Hâlâ kader onunla oyun mu oynuyordu yoksa? Sokağın başında duran şaşırmış kadını fark etmesi çok zamanını almamıştı fakat, ne zamandır oradaydı? Kaşları keskin bir ciddiyetle çatıldı, yüz hatları gerginliğinin etkisiyle belirginleşirken gözlerinde adeta öfke dolu bir ışık çaktı. O da onlardan biri olmalıydı, o da bir ucube olmalıydı. Sağanak yağışa dönmeye hazırlanan yağmurun altında hatlarını görmekte zorlandığı kadına odaklanırken, gözleri kısıldı. Ölümü hak eden bir başka acizlik örneği... Soğukkanlı bir eda ile ellerini uzandığı monta sildi hızlıca. Kadın ne yapmaya çalışıyordu? Solundan vuran zayıf ışık altında gözlerinde korkusuz fakat kararsız bir ifade belli oluyordu. Islanmış saçları yüzünün iki yanından sarkıyordu, umutsuz ve bitmiş görünüyordu adeta. Öfkesi meraka dönüşüyordu yavaşça gencin, bu da kimdi? Bu cesareti nereden alıyordu? Belki de, karşısındaki bir başka katildi. Geçmiş günlerinden kalan ani bir korkuyla sarsıldı, derin bir nefes aldı ve sırıttı, gölgeler yüzünü gizliyordu. Bu saçma endişeyi bir kenara attı ve gözünün önüne düşen saçları kenara iteledi. 'Ayağa kalk, onun kanıyla kirlenmez istemezsin.' Gözleri büyüdü, ne? Bunu gerçekten demiş miydi? Emire uyarcasına hızla ayağa kalktı, neler olduğunu kavramak için biraz zamana ihtiyacı vardı. Yasadışı ve kesinlikle korkutucu bir şey yapmıştı, birini öldürmüştü ve karşılaştığı ilk kişi onu koruyor muydu? Acıdığı için mi? Bu düşünceyle çehresi daha keskin bir öfkeye büründü hızla. Evet, ona acıyor olmalıydı. Kimsenin acımasına ihtiyacı yoktu, olmayacaktı. O, efendiydi. Onun hayatına başkaları yön veremezdi. 'Bir tavsiye ister misin? Pisliğini ortadan kaldır, onlardan birine yakalanmadan önce. Cinayetini daha sonra kutlarsın.' Bu neydi peki? Babacan bir uyarı mı, gerçekten de bir tavsiye miydi? Kadına doğru bir adım attı ve tehditkâr bir eda ile onu inceledi. Kesinlikle normal görünüyordu, vücudunun açıkta kalan kısımlarında bir damga aradı gözleri. Göremedi, ama emin olamıyordu. Yağmurun damlaları daha hızlı vurdu, çöp tenekeleri acıyla inliyordu sanki. Rüzgâr hızını arttırıyor, sokaklar uğulduyordu. Uçuşan gazete kağıtları arasında, düşmanı mı dostu mu olduğunu anlamaya çalıştığı kadın sadece dikilmiş ona bakıyordu ifadesiz bir şekilde. Ne diyecekti, ne hissetmesi gerektiğini bile bilmezken. 'Ya sen, onlardan değil misin?' Onlar... Deney fareleri... Kadınla arasında ortak bir şeyler olduğunu seziyordu. Bir an için onu anlamak istedi, onu dinlemek... 'Peki, sen bu oyunun neresindesin?' Güzel kahkahasının sokakta yankılanmasına izin verdi. Gülümsemesi hâlâ düşmemişti dudaklarından.
|
|
|
Post by Marveille Croweix on Jun 20, 2011 2:13:30 GMT 3
Rüzgar onu oradan uzaklaştırmak istercesine büyük bir kuvvetle esmeye başlamıştı adeta, bir yandan da az önce büyük bir başarıyla yüzünü çevreleyip saklayan koyu kahverengi, ıslak buklelerini uçuşturup karşısındaki katilin onun yüz hatlarını en ince ayrıntısına kadar ezberlemesine izin verirken. Genç kadın, tehlikenin kokusunu almıştı ve diğerlerinin aksine korkunun benliğini ele geçirmesine izin verip kaçmak yerine bunun üstüne gitmeye karar vermişti. Böylesine bir manzarayla karşılaşıp da bunu anlatacak kadar uzun sure yaşayan birini tanımıyor olmasına ragmen, kalbinde yeşermesine izin vermeyeceği tek şey oydu; korku. Bu duygunun insanı yok edebileceğini, ölümcül bir zehirmişçesine bütün hücrelerini işgal edip, onu ölüme sürükleyebileceğine defalarca şahit olmuştu ve bu yaşamak isteyeceği türden bir deneyim değildi. Hayatta olup olmamak onun için herhangi bir anlam taşımıyordu ve bir şeylerden kaçarak yaşamaktansa ölümün soğuk kollarıyla kavuşmayı tercih ederdi Marv. Kısacası belasını arıyordu ve karşısında dikilip onu inceleyen adamın bakışlarındaki tehditkar ifadeden anladığı kadarıyla tam olarak doğru adresteydi. Onun ıslanmış vücudunda bir damga aradığını fark etmesi uzun sürmemişti. ‘ Vaktini boşa harcama tatlım, bedenimde bulabileceğin tek şey göğsümün üstündeki dövmeden başka bir şey olmaz.’ Kim olduğunu, ne olduğunu bilmediği ve az önce birini öldürmüş olan bir katilin önündeyken bile öylesine umarsızdı ki, bu kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir insanın rahatlığından başka bir şey değildi. Acınacak halde olduğunu farkında bile değildi giderek hızlanan yağmurla sırılsıklam olup bütün hatlarını belirgin bir şekilde ortaya çıkaran elbisenin içindeki kadın. Şova çıkmadan önce yoğun bir şekilde yaptığı göz makyajı yanaklaklarına doğru akıyor, ona tuhaf bir hava katıyordu. Belki biraz itici, belki de seksi. Görüntüsü hakkında en ufak bir fikri bile olmaksızın incelemeye başladı katili. 'Peki, sen bu oyunun neresindesin?' Katilin dudakları arasından dökülen ve neredeyse melodik çıktığını söyleyebileceği bir kahkahanın eşlik ettiği sözlerin ardından hafif bir gülümseme yerleşti genç kadının çehresine. Ona doğru attığı iki küçük adımla aralarındaki mesafeyi kapattığında vücudunun sıcaklığını hissedebiliyordu. Parmaklarını adamın çenesinde gezdirirken fark ettiği keskin yüz hatları, içini delip geçiyormuşçasına bakan bir çift mavi göz ve sıkıca birbirine kenetlenmiş ıslak dudaklar onun hakkındaki ilk tezini çürütüyordu adeta. O kesinlikle bir çocuk değildi. Gençti ama sadece bakışlarındaki o tehlikeli ifadeye bile bakarak söyleyebileceği gibi, çocuk değildi ve Marv kim olduğu hakkında en ufak bir fikre sahip olmadığı bu gence karşı tarif edemediği bir çekim hissetmişti, sadece bir anlığına olsa da. Bu son derece rahatsız edici bir şeydi ve alkolün etkisiyle sağlıklı düşünememesine atmıştı suçu. Düşüncelerinin onu daha fazla etkilemesine izin vermeden cevapladı gencin sorusunu, biraz geç olsa da.
‘Bilmiyorum.. Tek bildiğim oynamayı hiç istemediğim bir oyunda, değersiz bir figürandan fazlası olmadığım.' Ses tonu öylesine hüzünlü çıkmıştı ki bundan utanan genç kadın hafifçe sağa çevirmişti başını, gözlerine yansıdığına emin olduğu kırılmışlığı gizlemek istercesine. Yeni tanıştığı birine karşı bu kadar savunmasız görünmekten nefret ediyor olsa da elinden hiçbir şey gelmiyordu. Güçlü kadını oynamaktan yorulmuştu Marv ve nedenini bilmiyor olsa da ilk kez birinin yanında maskesini takma gereği duymadan, olduğu gibi duruyordu. İlk kez birinin onu anlayacağını hissetmişti ve bu his onu hem rahatlatıyor, hem korkutuyordu. Katil bir çocuk değildi belki ama bu kendisinden bariz bir şekilde genç olduğu gerçeğini değiştirmiyordu ve bütün bunlar bir yana, onun karşısında kendini güçsüz hissediyordu. Bambaşka bir etki yaratmıştı bu genç sadece bakışlarındaki o sert ifadeyle bile, hiçbir şey söylemesine gerek kalmadan. ‘Kimsin sen?' Sözcüklerin dudaklarından fısıltı halinde döküldüğünü farkına varan Marv, başını salladı hafifçe kendine gelmek istercesine. Nasıl yaptığını bilmese de bu çocuk onu etkisi altına almıştı ve onlardan biri olduğuna emindi. Aksi halde başka hiçbir şey onu böylesine salaklaştıramazdı, bir çift güzel göz bile. Kendini toparlamayı başaran genç kadın, kayıtsız ama bir o kadar da kendinden emin bakışlarını katile çevirdi. 'Senin rolün ne bu oyunda peki, kimsin, neden öldürdün onu, varlığının sebebi ne?'
|
|
|
Post by Roland Maciez on Jun 22, 2011 20:22:49 GMT 3
Günahkâr ruhunun derinlerini kavuran büyük ateş, gözlerinden dışarı taşıyordu adeta. Öfke ve nefretle harmanlanmıştı varlığı, yaratılışı. Dudakları, kusursuz bir gülümsemenin mührüyle kapanmıştı. Gerçek bir uyanışın kucaklamasıyla tanışmıştı bilinci. Daha önce olamadığı kadar doğruydu her şey, hayatında süregelen her dakika. Tüm sorularının bir yanıta doğru sürüklendiğini, tek bir yanıtta son bulacağını hissedebiliyordu. Gündelik veya haftalık, zamanla ilgisi olan hiçbir kavram zihninde yer etmiyordu, aksine sonsuzluğu, boşluğu hayal ediyordu bedeni. İnsan denen varlığın düşüncelerinin ulaşamayacağı noktalara uçuyordu, geri dönmek gibi bir gayesi olmadan. Bağlantısı, kopmuştu. Bir ilüzyondan uyanmışçasına gözlerini kırpıştırdı ve kadına baktı. Kaç yaşındaydı, on dokuz mu? Bunca senelik yaşamında nasıl tecrübelere ve acılara göğüs germek zorunda kalmıştı ki bu kadar korkusuz, bu kadar kararlı olabiliyordu? Gülümsemesi biraz daha arttı. Bakışlarındaki öfke, yerini yavaş ve sessiz bir anlayışa bırakır ve uzaklaşırken, vücudunun derinlerinde giderek büyüyen nefret, kabullenişe dönüştü. Her şey bir şakaydı, her şey bir oyundu; zayıf olanların efendi olduğu, güçlü olanların köleye dönüştüğü saçma bir oyun. Kurbanlarla dolu, anlamsız ve gereksiz... Bir kurban olmanın anlamını, hissini biliyordu. Yıllarca birilerinin şakalarının, birilerinin yarattığı başka oyunların kurbanı olarak yaşamıştı. Zayıf aşkların pençesinde tükenmiş, gerçek farkındalığa ulaşana kadar işkence görmüştü, defalarca kez hem de. Ve bir kez olsun bunu fark edememişti, bir kez olsun tükendiğini fark edememişti. Bu bir hastalıktı, ve fark etmeyi başardığı zaman önünde bir ceset duruyordu, ölümün ta kendisi. İroniler kafasını deşmişti, parçalanmıştı bedeni ve çaresizce çığlık atabilmişti fakat şimdi, hepsi anlamlı geliyordu bir yerde. Nasıl olabildiyse, tüm hayatı boyunca yaşadığı karanlık, ona farkındalığın güzelliğini tattırmak içindi. 'Karanlık olmadan, ışık varolamazdı.' Sessiz mırıltısı rüzgârın gücüne kapılıp gökyüzüne yükseldi. Yağmurun etkisiyle hissizleşen yanaklarının üzerinden, bir damla gözyaşı kayıp ıslak zemine doğru süzüldü.
İki adımla yanına yaklaştı kadın ve gözlerinin içine baktı. Şehvet, merak ve korkunun alevlerini görebiliyordu karşısındaki gözlerde. Basit bir oyunun pençesinde olduğunu bilseydi, hissetseydi, ne kadar acınası bir varlık olduğunu anlasaydı... Buna hazır değil gibi görünüyordu. Umutsuz ve sessizdi, sert maskesinin altında duygularla dolup taşıyordu. Roland'ın zarif gülümsemesi bir kez daha dudaklarını süsledi. Yaşamından parçalar koparan, ruhundaki neşeyi, sevinci söndüren her varlığa karşı duyduğu katıksız nefretin rahatlatıcı kollarına bırakırken bedenini, yaşlı bir savaşçının kucaklaması gibi sardı güçlü rüzgâr çevresini. Ve sokağın taşları üzerinde patladı güçlü bir inleme, taşlar ağlıyor ve isyan ediyorlardı adeta. Yağmur damlalarının gücü giderek daha çok artarken, çenesine temas etti incecik, soğuk parmaklar aniden. Hafif bir şaşkınlıkla sarsıldı. Belli belirsiz bir ürpermeyle titredi vücudu ve geri çekilmek istedi genç çocuk. Daha önce sahip olmayı hayal dahi etmediği bir cesaret ve kararlılığın muhteşem senfonisine ayak uydurmayı başarmıştı, fakat şimdi karşısında duran basit bir kadından korktuğunu hissediyordu. Gözlerini kapadı ve derin bir nefes aldı, sevgiden ve acıdan hala korkuyor muydu? Ya ölümden? Belki de, insanın ne uğruna öldüğü düşüncesiydi korkunun anahtarı. Ama acı ve sevgi, uçsuz bucaksız mızraklardı adeta. Bedenleri ve onlarla beraber ruhları deşip geçen, insana gerçekten insan olduğunu hatırlatan merhametsiz silahlardı ve Roland, bunu daha önce tatmamıştı, sevgiyi. Korkuyordu, sevgi hissetmese bile, ona duyulan sevgiden korkuyordu, zarar göreceğinden. Kadının basit cevabı kulaklarında uğuldadı büyük bir kuvvetle, çenesinde hissettiği parmaklar hafif bir salınımla hatları boyunca geziyor, dans ediyordu. Bakışlarını kaçırdı, değersiz bir figüran... Kırılgan, hassas... Belki de gerçekten düşündüğünden daha sertti kadının iradesi, rol yeteneği muhteşemdi ve karşısında sadece kendi hayatını önemseyen, bir katilin kolları arasından kadınsılığını ve kurbanının gençliğini kullanarak sıyrılmayı uman bir uzay ucubesi vardı. Nereden bilebilirdi, tesadüflere yer bırakmayan kaderin amacı belki bir kez daha bu genç asiyi mat etmekti. Taşlarını oynuyordu, gözlemliyordu ve öğreniyordu. Fısıltısını zar zor duydu katil, kimdi o? Basit ve cevaplanması kolay bir soruydu o an için, etkileyici olmak gibi bir amacı olmasa dahi, karşısında zayıflamış olan bu insan... O da mı korkuyordu hayattan, kendisinden ve diğerlerinden? Yıpranmaktan bu kadar mı korkuyordu? Gözlerindeki ifadenin inanılmaz değişimini gözlemledi eğlenerek, kendi kendine sorduğu soruların cevaplarını arıyordu, ve bir cevap bulmuştu sanki. Parmaklarını çekti ve hafifçe geri çekildi kadın. Dudaklarından dökülen sözcükler, o anda olduğu kadar zayıf ve çekimserdi fakat, çabalamıştı. Evet, çabalamıştı. Bu bir ışıktı, onca karanlığın içinde. Tomurcuklanmış bir çiçekti, onca dikenin içinde. Gözleri mutlulukla parladı gencin.
'Varlığımın sebebi mi?' diye haykırdı sesini duyurmaya çalışarak. 'Senin bir sebebin varmış gibi konuşuyorsun.' Bir adım geri çekildi ve kadına baktı sert gözlerle. Soğuk nefretini en ufak zerresine kadar hissetmesini istiyordu onun, gerçek öfkeyi görmesini ve öğrenmesini istiyordu. 'Bir sebebe ihtiyacım var, gerçek ve uğruna ölebileceğim bir sebebe!' Bir adım daha geri gitti ve kadından biraz daha uzaklaştı. 'Onu öldürdüm, çünkü ölümle yüzleşmeden özgür kalmak mümkün değil! O adamın gözlerinde ölümü gördüm! Ölüm bana güldü, sadece ben olduğum için hem de! Bana acımadı bile!' Gülümsemesi buz gibi soğumuş, yok olmuştu. Artık mutlu görünmüyordu. 'Ben, savaşabileceğim bir şey istedim! Kadere karşı bir silahım olsun istedim! Ve işte buradayım.' İradesini temsil eden bir reveransla kadının önünde eğildi. 'İşte buradayım.'
|
|
|
Post by Marveille Croweix on Jun 26, 2011 20:40:55 GMT 3
Karanlığın hüküm sürdüğü gökyüzünü yırtacakmışçasına büyük bir şiddetle yağan yağmurun altında dikilmiş meydan okuyan bakışlarını katilde sabitleyen kadın, soğuk olduğu kadar da kuvvetli bir rüzgarla sarsıldı ve gece boyunca ilk kez farkına vardı bütün bedeninin buz kestiğini. Nefes aldığı her saniye dünyada sahip olduğu mükemmel hayatı ve oranın yok olmadan önce çok güzel bir yer olduğunu anlatan büyük babasının aksine, Marv bu gezegenin iklimine alışıktı ama ne var ki uzun süredir böylesine şiddetli bir yağmurun yağdığına şahit olmamıştı. Yıllardır dillerde dolaşan, yüksek sesle söylemeye cesaret edilemeyen ama yaşayan her insanın bildiği ve büyük bir sabırla beklediği o kehanet için doğru zaman yaklaşıyor olabilir miydi? Sahip olduğu ömrünün çoğunu tüketmiş ve yavaş yavaş yok olmaya başlayan yaşlı Berddinel’in söyledikleri, kendinden geçmişçesine dudaklarından dökülen kelimeler sahiden de bir gerçeklik payı taşıyor olabilir miydi yani? Yaşadığı bu sefillikten, doğuştan ona yazılmış karanlık kaderinden kurtulması için bir umut ışığı var mıydı gerçekten? Karşısındaki adama baktı yeniden, onun gözlerinin içindeki güç ışığı içini delip geçerken. Öylesine parıltılı bir ışıktı ki bu, gücünün kilometrelerce öteden bile anlaşılabileceğine emindi, ona bakarken bir anlığına da olsa küçük bir hayranlık duyan genç kadın. Görebiliyordu onun seçilmişlerden biri olduğunu, değerli bir ruha ev sahipliği yaptığını. Marv gibi beş para etmez fahişelerin aksine, bazıları bir amaç uğruna yaratılırdı ve bunu anlayabilmek için yaşın getirdiği deneyime ihtiyaç duymazdı yaşayan herhangi bir canlı. Onlar belli ederlerdi varlıklarını, gerek ses tonlarına yansıyan kudretle, gerekse attıkları her adımda etrafındakileri gölgede bırakan ışıltılarıyla. Bunu zihni henüz toplumun kalıplaşmış düşünceleriyle kirlenmemiş, pek çok insanın tekrar sahip olmak için uğruna her şeyini feda edebilecek kadar değerli masumiyetleriyle dünyaya bakan küçük bir kız çocuğu bile rahatlıkla fark edebilirdi, tıpkı genç kadının yeşil gözlerinin ardından o adamı izleyen ufaklık gibi. Bu düşünceler onu hasta bir şizofren olduğuna daha da inandırırken, yavaşça yerdeki cesede kaydı bakışları. Ölümü haykırıyordu, az önce en az herkes kadar yaşamayı hak eden birinin katili olan adam. Daha sonraları bir zehirmişçesine bütün benliğine yayılacak ve onun ruhunun parçalara ayrılmasına sebep olacak küçücük bir fikir yerleşmişti o anda beynine. Birinin canını almak nasıl bir duyguydu? Kim olduğunun bir önemi yok, sadece herhangi biri. Onun kolları arasında çırpınışlarını izlemek, sadece bir ölümlüye ait sıcaklığının vücudunu terk edişine şahit olmak.. Her atışında daha da zayıflayan kalbini, hayattan aldığı son nefeslerinin tükenişini hissetmek… Katil olmak.. Hayır, katil ona yakışmıyordu. Belki bir ölüm meleği? Bu düşünceyle birlikte hafifçe kıvrıldı ıslak dudakları, kollarını ısınmak için birbirine sürtmekten vazgeçerken. Cinayetin bir yanı ürkütücü bir şekilde çekici gelirken, diğer yanı fazlasıyla karanlık ve taşıması zor bir yüktü. Hafifçe başını iki yana salladı genç kadın, böylesine ağır bir yükü kaldıramayacak kadar güçsüz olduğunun bilincindeydi. Merak ve bilinmezliğin karışımı ona büyüleyici bir şekilde çekici gelirken, hiçbir zaman insana ait bir hayatı çalamayacağını biliyordu. İnsan veya Chy… Ne fark ederdi ki? Sonuçta hepsinin iyi ya da kötü bir hayatı vardı ve kimsenin bunu çalmaya hakkı yoktu. Kimsenin küçük bir kızı babasından ayırmaya hakkı olmadığı gibi.. Onu hatırlamanın verdiği acıyı saklamak istercesine gözlerini kapattı, gittikçe yavaşlayan yağmurun bedenini okşayıp geçmesine izin verirken.
Neredeyse arasında kaybolduğu düşüncelerinden sıyrıldı ve cesur bir tebessüm yerleştirerek hayranlık beslediği katile doğru ilerledi, aralarındaki mesafeyi bir kez daha kapatarak. ‘Ya sapla hançerini kalbime, son ver hayatıma..’ Yabancının kulağına fısıldarken, onun kolunda gezdirdiği parmaklarıyla hançeri tutan elini kavradı. ‘Ya da çekil yolumdan, çıkma bir daha karşıma.’ Yağan yağmur damlalarının kaldırımı dövercesine çıkardığı sese eşlik eden hoş kahkahası süslüyordu, bir oyunu canlandırıyormuş gibi seslendirdiği kelimelerini. Çıplak kollarını onun boynuna dolamış, sessizce bekliyordu genç kadın gecenin bir yarısı karşısına çıkan katilinin bir sonraki hamlesini. Bu tehlikeli oyundan sağ çıkma ihtimali var mıydı? Her şeyden önce, her hareketiyle belli ettiği gibi umursamaz mıydı ölüme karşı? En önemlisi de, gecenin bir yarısında tesadüfen karşılaştığı bir kaçık, yakışıklı bir kaçık yüzünden, herhangi bir amaca hizmet etmeden mi teslim edecekti ruhunu? Bu düşünceyle farkında olmadan kıpırdandı genç kadın, çehresindeki alay dolu gülümsemeyi silmekte güçlük çekerek. Her zamanki gibi ayarını tutturamayıp fazla kaçırdığı alkolün ona verdiği gereksiz cesaretinin ve kendini bildi bileli kurtulamadığı umarsızlığının sonu olmasına izin vermeyecek kadar çalıştırabiliyordu aklını. Korkuyor muydu? Hayır. Sadece tedbirli davranması gerektiğini farkındaydı. Bir an için, sadece küçük bir an için, gitmek istemedi kollarını sardığı adamın yağmura karışmış kokusunu içine çeken ve onun büyüsüne karşı koymakta zorlanan kadın. Erkeklere karşı olan bu zayıflığı alıştığı bir şeydi belki ama bu seferkinde onu çeken çok daha gizli bir şeyler vardı, henüz ne olduğunu kendisinin bile fark edemediği.
|
|
|
Post by Roland Maciez on Jul 14, 2011 15:43:30 GMT 3
Sağanak yağmurun altında duran iki beden, birbirinden farklı ve birbirine ait iki farklı alevle kavruluyordu. Gerçekleri fısıldayan karanlık ve korkuyu hatırlatan soğuk artık onlar için yoktu. Ruhları bedenlerinden ayrılmıştı ve düşünceleri serbestçe volta atıyordu sokakta. Yaratılışlarındaki amacı arayan iki insan... Zavallı iki varlık... Roland'ın dudaklarına acıma ve küçümserlik dolu bir gülümseme yerleşirken, keskin gözleri kadını izliyor, onu anlamaya çalışıyordu çaresizce. Acıydı gördüğü, kaderin zalim yüzünü görmüş bir başka bedendi. Çelişkilerle doluydu kalbi, belki de bir yakınını kaybetmesiydi onu bu hâle getiren. Ruhunun çevresine sarılmış duvarları görebiliyordu, yeteri kadar sağlam olmasalar bile, ruhuna dokunamayacağını biliyordu. Fakat düşünceleri o kadar kuvvetliydi ki adeta onları koklayabiliyordu. Korku vardı içinde, ve anlamsız bir cesaret... Hayallerle dolmuş bir dünya, ve asla gerçekleşmemiş arzular... Şehvet vardı kalbinde, genç bir adama karşı hissettiği şehvet. Roland'ın daha önce defalarca kez tanık olduğu bir aşk... Güce ve bilinmeze, karanlığa ve çığlığa duyulan istek... Kıskandı bir an kadını, bu kadar yalın ve yüzeysel duygulara sahip olmasını kıskandı, kendinden şüphelenmesini kıskandı. Zavallı olmanın nasıl bir şey olduğunu bilse de, asla olamamıştı. Korkmuştu evet, ama yüzeysel düşünmeyi, umursamamayı ne kadar istemişse bile... Gözlerini kapattı kısa bir süre için. Geçmişinde olmayı istediği basit bir oyuncak... Asla bir kahraman olmayı istememişti. Sıradan ve normal onun için idealdi fakat şimdi... İdealin ötesini görebiliyordu, normal olmanın ötesini, o gücü, karanlığı ve ışığı, fısıltıları, kehanetleri... Duyabiliyordu onların çağrısını. Her an hissediyordu onları ve koşarak kaçmak istiyordu gerçeklerinden. Dokunmak değildi arzusu, veya görmek... Sadece hissetmekti, kalbinin ve ruhunun derinlerinde. Bir çiçeği koklamanın, bir dudağı öpmenin...
Yağmur damlalarının darbeleriyle hissizleşmiş olan yanağına götürdü ince parmaklarını. Aslında, insan olduğu için kendinden nefret eden karanlık yüzünün ona güç kattığını görebiliyordu artık. Kendisi dahil diğerlerinin ne kadar zayıf olduğunu görebiliyordu. Kapalı gözlerinin önünde çakan şimşeklerin gücünü hissedebiliyordu. Bunca zaman sonra, farkındalığının basit bir cinayetle yüksek seviyelere nüksetmiş olması ilginç geldi ona bir an için. Gülümsedi. Daha önce göremediği kadar basit ve gizemliydi her şey. Belki de içine düştüğü tüm çelişkiler, bu yüzdendi. Daha önce sahip olamadığı bir görüşle bakıyordu dünyaya ve yağmurun ne kadar basit olduğunu sadece biliyordu. Bilmek... Zihninin ona fısıldadığı değildi bu, hayır, ruhunun sesiydi. Ona, her güzelliğin ve çirkinliğin, her siyahın ve beyazın altında bir anlam olmadığını söylüyordu gülerek. Hayatta bir amaç aramanın gereksizliğini, sadece bir misyonun varlığının sebebini anlatıyordu Roland'ın parçalanmış ruhuna. İşte o an, aslında neden varolduğunun muhteşem nedensizliğine kaptırdı kendini. Tüm sır buydu. Sebepsiz olan bir şeyde sebep arayan bir bilimadamı olmak yerine, kabullenmek...İçine sıkıştığı zayıf kasları ve kemikleri kabullenmek... Rahatlama her uzvuna bir titreme eşliğinde yayılırken, kadına kaydı bakışları tekrar. Cesaret aktı karşısındaki bedenden ve o çekik gözlerde anlaşılmaz bir aşkla adama doğru yaklaştı. Roland'ın vücuduna yasladı kendini, fısıltıları güçlü ve netti; anlamsız olsalarda... Hançeri tuttuğu elinin üzerindeki narin parmakları hissettiğinde gülümsedi katil. Teslim oluyordu, kabullenişin ilk adımını atmıştı ruhu. Boşta olan eliyle gülümseyerek kadının belini sardı güçlüce ve onu kendine daha çok yaklaştırdı. Tenlerinin temasıyla hafifçe titredi, şehvet dolu bir nefes aktı ciğerlerinden. Onu çok zorlamadan yağmurun ulaşmakta zorlandığı duvar köşesine çekti ve onu duvara yasladı sertçe. Kadına bakmıyordu, onun gözlerinden içeri, çok daha içeri bakıyordu artık. Yavaşça dolgun dudaklarına yaklaştı, nefesleri birbirine karışana dek. Çilek aromalı rujunun kokusu geldi burnuna. Daha ileri gitmedi, yavaşça boynuna doğru eğildi, sıcak ve derin nefesi kadının pürüzsüz boynu üzerinde gidip gelirken, fısıltısı saçlarına karıştı sessizce. 'Öldürmek istemeyeceğim kadar kutsal görünüyorsun, sende görebildiğinden fazlası var, güzel kadın. Çok daha fazlası.' Boynuna küçük bir öpücük kondurdu yavaşça. Islak dudaklarını tekrar yumuşak bir öpücükle kadının boynuna dokundururken, gülümsemesinin gölgeleri dolaşıyordu yüzünde. Kadının kulağına doğru yaklaştı acele etmeden. Sıcak nefesinin vurmasına izin verdi ve yavaşça çekilip kadının dudaklarına yaklaştı tekrar. Gülümsemiyordu, durdu ve karşısındaki dişiye baktı, ruhunun derinleri aşk ve arzuyla kavruluyordu.
|
|