Post by Orion Rynkar on Jun 13, 2011 12:47:07 GMT 3
“Orion” diye fısıldadı Garlyn, “bir avcı kadar kuvvetli olacak oğlum!”
Ve “Orion” diye haykırdı Artemia, “gökyüzü gibi sonsuz!”
Ve “Orion” diye haykırdı Artemia, “gökyüzü gibi sonsuz!”
Ben, Orion. Hastalıklı Garlyn ile güçlü Artemia’nın oğlu.
Kötülüğün kol gezdiği kasvetli gezegeni; doğumumla karanlıktan kurtardığımı söylerdi annem hep. Beni ışık saçan bir yıldız olarak düşünmekten mutluluk aldığını biliyordum. Benden önce üç çocuk düşürmüş, yine de mucizelere inanmaktan vazgeçmeyerek bir bebeğe sahip olacağını hayal etmişti. Bunun hayatına mal olabileceğine dair uyarılar, babamın çocuk sahibi olma konusundaki isteksizliği ve anneannemin acımasız kehanetleri onu yıldırmaya yetmedi. Güçlüydü; zengin eşlerinin kollarına girip sosyetik partilerde kumar oynayan kadınlardan farklıydı. Babam gibi bir parafili hastasını ömrünün sonuna kadar idare edebilecek kadar da sabırlıydı. Beni, amaçsız yaşamına amaç yapmak, geçmişteki hatalarını unutabileceği bir geleceğe sahip olmak için doğurdu. Bunu hak ediyordu. Tanrı ona beni verdi. Sonu görünmeyen, düz bir yolda yürümektense; dikenli, dolambaçlı bir labirentte benimle ilerlemeyi seçti. Yalnız bir hayatı geride bıraktı ve yaşamını bana adadı. Benim için, bana rağmen, benimle yaşamaya başladı.
İyimser olduğum söylenemezdi. Böyle bir anneye sahip olduğum için şanslı olduğumu pek düşünmezdim. Babam benim için başlı başına bir utanç kaynağıydı. Onun ölmesini istediğim için kendimden nefret ediyordum. Yıllarca, kötü bir insan olduğum düşüncesini hafızamdan silemedim. Korkularla yaşayan ve hayatını korkularına göre yönlendiren bir çocuktum. Annemin derin, mavi gözlerinden başka hiçbir özelliğini taşımıyordum. Kaderimin, herkesin beni benzettiği babama benzeyeceği düşüncesi bana acı veriyordu. Babam bende değişmez bir erkek imgesi yaratmıştı ve bu, içimde ördüğüm duvarları kendimin bile yıkamamasına yol açtı.
Duygularımı ifade etmekte zorlanıyordum. Bu sadece acılarım için geçerli değildi. Anneme olan derin, sarsılmaz sevgimi dışa vurmak bile benim için başlı başına bir işkenceydi. Hayatı içimde yaşamayı seviyordum. Evdeki korkunç yaşamdan sıyrılmamı kitaplar sağlıyordu. Bütün yaramazlığıma karşın kütüphane benim sevgilim gibiydi ve bu çevremdeki herkesi şaşkınlığa uğratıyordu. Satırların arasında kaybolmayı, kim olduğumu unutmayı seviyordum. Yaşım ilerledikçe psikolojik kitaplar daha çok ilgimi çekmeye başladı. İnsanların ruhsal değişimlerini görmek ve davranışlarıyla duyguları arasında neden sonuç ilişkisi kurmak hoşuma gidiyordu. Sanırım bu sürekli kendimi sorgulamamdan ve eleştirmemdendi. Davranışlarımı yargılar, kendimi kontrol edemediğim zamanlarda öfkeden deliye dönerdim. Birinin bana söylediği en ufak bir söz, beni derinden yaralamaya yeterdi. Hâlbuki ne kadar da dayanıklı, güçlü görünürdüm. Kimse bilmezdi ki, cilalı çelik zırhımın altında; kırılgan bir çocuk saklanırdı.
Babamın beni zehirlediğinin farkındaydım. Anneme destek olmayışımın sebebi, bütün yaşadıklarına rağmen babamla birlikte olmayı, beni onun yanında büyütmeyi seçmiş olmasıydı. Beni doğurmasının bile büyük cesaret olduğunu biliyordum. Peki, kaçmaktan neden korkuyordu? Uzakta, babamın bizi bulamayacağı, hoyrat ellerinin bize uzanamayacağı bir yerde sadece ikimiz yaşayabilirdik. Bu; benim en kıymetli düşümdü. Geceleri babamın hastalığının izleri kulaklarımı tırmalarken, onu hafızamın arka raflarından çıkarır, saatlerce gözlerimin önünden gitmesine izin vermezdim. O zamanlar bir aşkın ne denli kuvvetli olabileceğini, insanın geçmişiyle birlikte geleceğine de sahip olabileceğini bilmiyordum. Annem hiç bahsetmese de, ara sıra konuşulanlardan; bir zamanlar onların birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini duymuştum; ancak bu hissi anlayamıyor, annemdeki dayanma gücü ve iradeyle kendi duygularımı karşılaştırıp kendimden tekrar, tekrar nefret ediyordum.
Vossiduel’deki yıllarım, evin bana huzursuzluk veren o havasından kurtularak kendimi keşfetmemi sağladı. Birçok arkadaş edinmeme ve beraber karnımız ağrıyana kadar gülüp eğlenmemize rağmen, içimde bir burukluk; her zaman vardı. Bunu yoğun olarak hissettiğim anlarda, kendimi ya seralarda, ya Boreas isimli Sweng’imin yanında, ya da Yaratık Bahçesi’nde buluyordum. Doğa bana müthiş bir huzur ve dinginlik veriyordu. Zayıf babamın dilediği kudret ve acı çekmekten bitkin düşmüş annemin arzuladığı sonsuz huzur; bende vücut bulmuştu. Taşıdığım isim gibi, gökyüzünün karanlığında parıl parıl parıldayan bir takım yıldızdım ben. Uzaklığıyla göz kamaştıran, ama elini uzatanın avucunda öylece kalakalan. Karanlık olmasa hiçbir işe yaramayan.
Ben, Orion. Yalnızlığında mı, kalabalığında mı boğulduğunu bir türlü anlayamayan adam.